Jandarmanın köyleri zaptu rapt altına almak için uyguladığı en geçerli yöntemlerden birisi işkence idi. İşkence, jandarmanın herhangi bir zamanda köylere geldiğinde yaptığı sıradan, rutin bir hareket tarzını almıştı. Adeta bununla sadist duygularını tatmin eden karakol komutanları, asker ve korucular, herhangi bir standart belirlemeden, kadın–erkek ayırımı yapmadan önüne gelene işkence yapıyorlardı. Bunun örnekleri saymakla bitmeyeceği için sadece bir köyde gerçekleştirilen işkencelerden bir–ikisini yazmakla iktifa edeceğiz.
–1993 Tarihinde Pirinçlik Karakol komutanlığına, Ali adında bir astsubay atandı. Acımasızlığıyla meşhur olan bu şahıs, zulmünden dolayı; “Kâfir Hacı Ali” olarak meşhur oldu. Kâfir Hacı Ali’nin göreve başlamasıyla işkenceler sistematik bir hal aldı.
Bir akşamüstü, kâfir Hacı Ali askeri araçla köyden geçerken, köyün çıkışında Bedran adlı bir köylüye rastlar. Askerlerine emredip onu yatırmasını ister. Altı asker Bedran’ı yatırıp üstüne çıkar ve ağzına poşet tıkayıp işkence yapmaya başlarlar. Bu işkence ve işkenceye karşı direniş sonunda, Bedran Güngör adlı köylünün kolları dirseklerden paramparça olur. Bu köylü, yukarıda anlattığımız gibi daha sonra korucuların baskını sonucu şehid edilmiştir.
–20 Haziran 1994 tarihinde, aynı köye yine baskın yapılır ve bu baskında köylülere çok ağır işkenceler uygulanır. Bu köylülerden Hacı Güngör ve Musa Yoldaş adlı köylüler, kaç sefer bayılıp halsiz bir şekilde yere düşerler. Hayati Güngör adlı şahsa da ağır işkenceler yapılır ve vücudunda defalarca sigara söndürülür. Aynı işkenceler, neredeyse bütün köylülere uygulanır.
Jandarmanın uyguladığı bir yıldırma ve işkence yöntemi de, köylüleri mallarıyla cezalandırmaktı. Köylülerin malları ve hayvanları, onlara zulmetmek için birer silaha dönüştürülmüştü. İnsanların mallarına olan hassasiyetlerini ve mallarına yapılan saldırılara karşı acı çektiklerini bilen Jandarma, herhangi bir köye baskın yaptığında bu hassasiyetlere dokunmaktan ve insanlara mallarıyla acı çektirmekten geri durmamıştır. İnsanların gözleri önünde bütün kışlık erzakını bir araya getiriyor; buğday, un, mercimek, nohut gibi tahıl ve baklagilleri üst üste döküp karıştırıyor, bunların sonradan ayıklanıp tekrar kullanılmaması için de üzerine yağ dökülüp ayaklarla çiğneniyordu. Bununla da kalınmamış, girdikleri evlerde kırılacak bütün eşyalar kırılıyor, neye zarar verebileceklerse, zarar veriliyor; yataklar çamurlu ayaklarla bilerek çiğneniyor, yün yatakların yüzleri yırtılarak yünler yerlere saçılıyordu. Bunun yanı sıra alınabilecek değerli eşyalar, sıradan bir hareketmiş ve doğal haklarıymış gibi alınıyor, kanatlı hayvanlar karakol komutanlarının kendilerine ziyafet vermesi için götürülüyor, diğer hayvanlar keyfi bir şekilde kurşunlanıp telef ediliyordu. Bu zulümleri uzatmak ve her birisi için yığınla örnek getirmek mümkündür. Ancak savunmanın hacmini artırmaması için bunların tamamını yazmıyor ve bu zulmün müsebbiplerini Allah’a havale ediyoruz. Böylesi bir zulmü ne Yunanlılar Anadolu topraklarını işgal ettiğinde yapmışlar, ne de diğer gayri Müslim mütecaviz işgalciler, herhangi bir İslam beldesini işgal ettiğinde Müslüman halka reva görmüşlerdir.
Jandarmanın kırsal kesimde kolluk kuvveti olarak görev yapması, ona gözaltına alma yetkisi de vermiştir. Bu yetki, maalesef çok büyük zulümler için kullanılmıştır. Jandarma karakolları, keyfi göz altıların merkezi olmuş ve bu göz altılarda işkence sistematik bir hal almıştı. Öyle ki, asker tarafından gözaltına alınıp karakollara götürülen insanların ailelerine taziye ziyaretlerine gidiliyordu. Çünkü gözaltının bedeli çok ağır oluyordu ve sonu sakatlıkla biten durumlara çok sık rastlanıyordu. Bu nedenle insanlar suçsuz oldukları halde, keyfi göz altılarına maruz kalmamak için asker gördüğü anda, arkasından ateş edilip öldürülme riskini alarak kaçma yolunu tercih eder hale gelmişlerd.
62/99 |