Bismihi Teala! 90’lı yıllarda, çoğu basına ve dolayısıyla kamuoyuna yansımayan operasyonlar birbirini kovalıyor, neredeyse operasyonsuz gün geçmiyordu. Aylar içinde yüzlere varan sayıda yakalanmalar oluyordu. Bu sessiz ve derinden yürütülen savaşta, operasyonlarda yakalananlar ağır işkencelerden geçiriliyor, zorla imzalattırılan ifadelerle mahkemeye çıkarılıyor, iddia edilen olaylarla alakası olmayan şahıslara cezalar kesiliyordu. 17 Ocak 2000’den sonra ise, deyim yerindeyse tam bir vahşet sergilendi. Hukuki, insani ve ahlaki hiçbir yönü bulunmayan, hukuku da, insani ve ahlaki değerleri de ayaklar altına alan bir devlet terörü uygulandı. Ancak vahşi de terörist de biz olduk. Çünkü Kemalist Rejim güçleri devlet olma ve devletin imkanlarını kullanma avantajına sahipti ve bunları pervasızca kullanıyordu. Tüm kurum ve kuruluşları harekete geçirmiş, basın ve yayına istediği istikamette haber ve programlar yaptırıp Hizbullah’ı kamuoyu nezdinde en çirkin vasıflara büründürüp vahşi bir görüntüye sokmuştu. Üstelik kamuoyuna, Hizbullah’a ait yazılı, sesli yada görüntülü tek bir bilgi ve belge dahi göstermemişti. Tamamen beyanlara dayanan anti propagandalarla bunları yapmış ve kamuoyunu kandırıp yönlendirmişti. Halbuki çok basit bir mantıkla şunlar düşünülebilirdi. Madem ki Hizbullah bu kadar kötü bir yapı, bu yapının arşivini ele geçirdiğinize göre, o halde neden iddia ettiğiniz bu hususları bizzat O’nun arşivinden bilgi ve belgelerle kamuoyuna göstermiyorsunuz? O arşiv ki; şu ana kadar Türkiye’de hiçbir yapının tutmadığı derecede geniş ve teferruatlı olduğunu siz de çeşitli defalarda açıkça dile getirdiniz. O arşiv ki; Hizbullah’ın istihbari, askeri, siyasi, teşkilati ve kültürel bütün faaliyetlerinin teferruatlı bir şekilde rapor edilip kayıt altına alındığı bilgi ve belgeler içeriyordu. Ancak kamuoyunun bunları düşünmesine zaman ve fırsat bile vermeden, 3 yıl boyunca yoğun bir şekilde devam eden operasyonlarla, her gün kandan ve vahşetten bahseden gazete ve televizyonlarla meşgul edildi ve kandırıldı. Şu ana kadar sadece, Hizbullah tarafından sorgulanan birkaç ajanın kaset sorguları mahkemelere ve dolayısıyla da basın yoluyla kısmen kamuoyuna yansıdı ki, bunlar da Ergenekon tipi yapılanmaların Müslümanlara yönelik çirkin faaliyetlerini ortaya koyan ve Müslümanların haklılığını teyit eden beyanlardı. (Aynı şahısların ifadelerini Hüseynisevda sitesi daha geniş bir şekilde yayınlamıştı.) Zaten bundan dolayı değil midir ki, Hizbullah tarafından sorgulanan ajanların sorgu kasetleri kamuoyuna gösterilmedi. Bu sorgu kasetleri için o zaman; kanlı sahneler, cinayetler, vahşi görüntüler vs denip gösterilmesinin uygun olmadığı iddia edilerek kamuoyundan gizlendi. 17 Ocak 2000 ardında Kemalist rejim güçleri, Hizbullah’a karşı acımasız ve vahşice icra ettiği askeri savaştan çok daha fazlasını, basın-yayın üzerinden yürüttüğü psikolojik savaş ile icra etmiştir. Kemalist Rejimin İslam’a ve Müslümanlara olan düşmanlığının bir eseri olarak hem askeri ve hem de psikolojik savaşın bütün çirkinliklerini gördük ve yaşadık. Bunların bir uzantısı ve bu sürecin bir devamı olarak, şimdi de Hizbullah mensubu olarak yargılanan bazı Müslümanlara ağır cezalar verilmekte ve gerekçeli kararda tüm bu çirkin yüzlerini yansıtmaktadırlar. Aslında T.C.’nin yargı sistemi, Kemalist Rejimin Müslümanlara dönük çirkin yüzünün ortaya çıktığı bir sahadır. Bundan iki hafta önce; Hizbullah’a üye olmak ve çeşitli eylemlerde bulunmakla suçlanan Mithat Yılmaz, Mehmet Salih Şimşek ve Mehmet Ali Çelik’in de bulunduğu toplam 8 kişi hakkında Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından hazırlanan gerekçeli karar açıklanmakla birlikte basına da verildi. Kararda; 1993-2001 yılları arasında 32 kişinin öldürülmesi, çok sayıda kişinin yaralanması, çok sayıda kişinin kaçırılıp kaybedilmesi gibi eylemlere katıldıkları iddia edilmekle birlikte, Hizbullah mensuplarının camileri silah eğitimi ve karargah olarak kullandıkları, İran’da askeri eğitim aldıkları, toplumu ikiyi ayırıp kendilerine Müslüman, geri kalanlara Kafir dedikleri, İslam’ı siyasi amaçlarına alet ettikleri şeklinde, aslında hukukla hiç de alakası olmayan, tamamen siyasi içerikli, karalamaya dönük ve delillendirilemeyen çelişkili hususlar mevcuttu. Bu hususlardan birkaçı üzerinde durup değerlendirmek istiyorum. Mithat Yılmaz’a ağırlaştırılmış müebbet, Mehmet Salih Şimşek ve Mehmet Ali Çelik’e de müebbet hapis cezası verilen D.Bakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin gerekçeli kararının bir bölümünde şöyle deniyor; “Kaçırılan kişilerin örgüt sığınaklarında sorgulandıktan sonra öldürüldüğü yönünde bilgiler olmasına rağmen, örgütün hücre yapılanması şeklinde çalışmış olması sebebiyle, açık kimlikleri tespit edilemeyen bu kişilerin nerelere gömüldüğü tespit edilememiştir.'' Bir mahkemenin, ölümle sonuçlanan bir olay hakkında hüküm verebilmesi için, her şeyden önce o olayın tam olarak netliğe kavuşması lazım. Öldürenin, öldürülenin, olay mahallinin ve olay şeklinin açığa kavuşması gerek. Bu da; ya sanık durumundaki kişinin şüphelerden uzak bir şekildeki itiraflarıyla, ya doğru söylediklerinden tam olarak emin olunan şahitlerin beyanlarıyla yada olay yeri ile maktül üzerinden elde edilen kesin delillerle söz konusu olabilir. Ancak, yukarıdaki metinden de anlaşıldığı gibi, şu ana kadar Hizbullah mensuplarına çelişki, şüphe ve bilinmezliklerle dolu birçok olay mal edilmiş, bazı Hizbullah mensupları alakası olmayan olaylardan cezalara çarptırılmışlardır. Açık kimlikleri dahi tespit edilemeyen kişiler hakkında nasıl olur da kaçırıldıkları, öldürüldükleri ve gömüldükleri hükmü çıkarılabiliyor. Cesetleri görülmeyen, dolayısıyla öldükleri delillendirilemeyen kişilerin gömüldükleri hükmüne nasıl varılıyor? İsmi bilinmeyen, cismi görülmeyen kişilerin akıbetleri hakkında nasıl böyle hükümlere varılıyor? Ama bütün bu bilinmezlik, çelişki ve şüphelere rağmen, Hizbullah cemaati ve mensupları suçlu gösteriliyor. İşin ilginç tarafı ise, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilen Mithat Yılmaz’a isnad edilen ifade tutanağında O’nun imzası bile yok. Ancak imzası olmayan ifade, onun beyanları olarak ele alınıp rahatlıkla cezaya malzeme yapılabiliyor. Halbuki; sanık durumundaki kişi eğer mahkemede ifade vermiş ve itiraflarda bulunmuşsa, alınan ifadelerinin altında imzası bulunur. Sanığa isnad edilen bir ifadede eğer sanığın imzası yoksa ve bu ifadeyi reddediyorsa, bu ifade metninin sanığa ait olduğu esas alınarak bunun üzerinden hiçbir hüküm verilemez. Ancak burası Türkiye ve burada, kolluk kuvvetlerinin hazırlattıkları tutanaklar Hakimi de Savcıyı da buna uyma ve gereğini yapma hususunda bağlayabiliyor. Söz konusu gerekçeli kararın bir başka bölümünde şunlar söyleniyor : “Eylem öncesi örgüt mensupları camide toplanıp eylem talimatları camide alınmış ve eylemlerin planları camilerde hazırlanmıştır. Camiler eylemlerden önce buluşma ve hareket noktası, eylemlerde kullanılacak silahların saklanıp teslim alındığı yer olarak kullanılmıştır. Örgüt militanları camilerdeki hücrelerde yaşayıp dikkati çekmeden uzun süre çeşitli eylemler yaparak burada saklanabilmiştir. Bazı örgüt mensupları camilerde silah kullanma eğitim aldıklarını anlatmıştır. Bu anlamda Hizbullah terör örgütü yapılanmasında ve eylemlerinde camiler örgüt mensuplarınca örgüt evi, sığınak, silah saklama yeri, kışla gibi kullanılmıştır. İslam dininin değerlerini koruma adı altında o değerleri acımasızca tahrip eden Hizbullah terör örgütü, camileri de korkunç ve acımasızca eylemlerinde kullanmaktan çekinmemiştir.” Hizbullah cemaati kurulduğu ilk günden bu güne; Kemalist rejim tarafından bilinçli olarak camilerin asli fonksiyonlarından uzaklaştırıldığını dile getirip Müslümanların bu kutsal mekanları asli fonksiyonlarına kavuşturmakla görevli oldukları, camilerin, kuruluş amacı olan İslami ibadet, ilim, kültür, tanışma, kaynaşma ve dayanışma merkezleri haline getirilip ihya edilmesi konusunda sorumluluk sahibi olduklarını söylemiştir. Kendisini de bu kutsal mekanlardan birinci derecede sorumlu kabul etmiş ve bu yönde ciddi çalışmalarda bulunmuştur. Bu çalışmaların en büyük eseri ve delillerinden biri, 1990-2000 yılları arasında bölgede 50 bini aşkın gencin aynı anda camilerde Kur’an dersi almaları ve onbinlerce gencin uyuşturucu, kumar ve fuhuş bataklığından kurtulup Kur’an öğrenmeleri ve ibadet için camileri doldurmasıdır. Dolayısıyla Hizbullah, iddia edildiği gibi camileri ne örgüt evi, ne sığınak, ne silah ve askeri eğitim yeri ve ne de eylemler için toplanma ve eylem planları yapma yeri olarak kullanmamıştır. Halbuki İslami bir cemaatin, İslam davası için camilerde bu tür faaliyetleri icra etmesi gayri İslami değildir. Rasulullah (sav) ve sahabeler döneminde camiler bütün bunlara ve aynı zamanda sevk ve idareye merkezlik yapmıştır. Hizbullah, gayri İslami olduğu gerekçesiyle değil, ihtiyaç duymadığı, yeri ve zamanı olmadığı için söz konusu faaliyetlere yer vermemiştir. Camilerde İslami ilim, kültür ve toplu ibadet geleneğinin aslına rücu etmesinin temel ve öncelikli vazifelerden olduğuna inandığı için bu istikamette camilere sahip çıkmaya ve ihya etmeye çalışmıştır. Fakat Kemalist rejim, kurulduğu günden bu güne camilere karşı ikiyüzlü ve düşmanca tavır takınmıştır. Camiler, bir zamanlar Mustafa Kemal’in nutuk attığı ve Müslüman kitleyi minberlerden kandırdığı, halkın toplatılıp cephelere sevk edildiği, silah ve mühimmatın toplandığı, saklandığı ve dağıtımının yapıldığı mekanlar iken, İsmet İnönü döneminde at tavlaları yapıldı. Bir dönem ezanların susturulmak istendiği ve çoğunun kapısına kilit vurulduğu mekanlar iken, günümüzde Kur’an öğreniminin yasaklı hale getirildiği mekanlar durumundadır. Şimdi ise, Hizbullah cemaatinin camileri asli fonksiyonlarına kavuşturma ve ihya etme konusundaki ciddi gayretlerinin vermiş olduğu semeresinden korkulduğu ve endişe edildiği için, söz konusu iftiraları bahane ederek ve gerekçe göstererek camileri tekrar ruhsuzlaştırıp içinde Kur’an öğretiminin yapılmadığı, ilim, kültür ve zikir meclislerinin olmadığı, vakit namazlarında sadece birkaç yaşlının namaz kıldığı ruhsuz mekanlar haline getirmek istiyorlar. Dikkat edilecek olursa, 17 Ocak 2000 operasyonlarından sonra camilerle ilgili birçok karar çıkarıldı. Kur’an öğrenimi, sadece yaz aylarında ve ilköğretimi bitirenlerle sınırlandırıldı ki, bu, düpedüz engellemedir ve Camilerin tamamen Kur’an öğrenimine kapatılmasıdır. Söz konusu gerekçeli kararın bir başka bölümünde ise şunlar ifade ediliyor : “Örgütün kurucularından Hüseyin Velioğlu, Abdulaziz Tunç, Edip Gümüş, Ahmet Seyitoğlu, İhsan Yeşilırmak, Osman Uslu, İsa Ay, Hamit Yazgan ve Nusrettin Güzel'in yasa dışı yollardan İran'a geçtiği, burada İranlı yetkililer tarafından Tahran'da bir villaya yerleştirilmiştir. İran'da bir süre siyasi ve askeri eğitim alan örgüt yöneticileri, Türkiye'ye gelip Hizbullah'ın temel yapısını oluşturmaya başlamıştır……” Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki; İslami bir cemaat olan ve İslam’ın hakimiyeti için mücadele veren Hizbullah cemaati mensuplarının İran gibi İslam inkılabını gerçekleştirmiş bir ülkede eğitim alması, İslami açıdan ve Hizbullah’ın yüklendiği İslami dava açısından hiçbir sakınca içermemektedir ve hiç kimse de bunu bir kusur olarak gösteremez. Hizbullah cemaati, böyle bir ilişki ve yardımlaşmayı son derece tabii gördüğü halde buna tevessül etmemiştir. Buna ihtiyaç duymadığı gibi, gerek de görmemiştir. Fakat Kemalist rejim unsurları, bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanıp Hizbullah cemaatini dış destekli ve dış bağlantılı göstererek varlık sebebine ve faaliyetlerine gölge düşürüp kamuoyunda kötülemeye çalışmaktadırlar. Bu konuda Hizbullah cemaatine yönelik suçlamalara verilecek cevap olarak ve aynı zamanda Hizbullah’ın İran’a bakışı ve ilişkileri üzerine, “Kendi Dilinden Hizbullah” adlı kitapta gayet açık, doygun ve ikna edici açıklamalar mevcuttur. Biz de konuyu fazla uzatmadan sözü ona bırakalım. “İslam inkılabı, fakih, alim, salih ve muttaki bir şahsın önderliğinde, bin dört yüz yıldır aslından uzaklaştırılarak yanlış bir şekilde kitlelere empoze edilmeye çalışılan İslamın özüne ve asli kaynaklarına dayanılarak, tamamen İslami yöntemler ve mücadele tarzıyla ve İslamı toplumsal hayatın tüm alanlarına hakim kılmayı hedefleyerek, Asr-ı Saadet örneğinde görüldüğü gibi, İslami temeller üzerine ve sadece İslamın kaynaklık ettiği bir inkılap olarak ortaya çıktı. O güne kadar İslam düşmanlarının yürüttükleri propagandalarının ve ileri sürdükleri tezlerinin tümünü boşa çıkarıp etkisiz hale getirerek, İslamı yeniden ihya edip, ilahi ve siyasi bir nizam olarak dünya gündemine yerleştirdi. İslam Ümmetinin o dönemde içinde bulunduğu böylesi kötü bir durum ve böylesine hassas bir zaman diliminde meydana gelen bu derece önemli büyük bir inkılabı ve bu inkılabın İslam Ümmetine kazanımlarını hiçbir Müslüman ve aklı başında hiçbir insan inkar edemez ve görmezlikten gelemez. İslam İnkılabının İslam ümmetine siyasi, ekonomik, kültürel, düşünsel, psikolojik ve moral kazanımları ile İnkılabın değişik boyutları üzerine söylenecek çok söz vardır. Ancak, burada bu konulara girmiyor, sadece kısaca değinip geçiyoruz. İslam İnkılabına karşı çeyrek asırdır dünya istikbarının yürüttüğü siyasi, askeri, ekonomik, kültürel ve psikolojik bütün düşmanlık ve komplolara rağmen İnkılap, halen dimdik bir şekilde ayakları üzerinde durmaktadır. Bu süreç içerisinde dünyada meydana gelen birçok önemli siyasi gelişmeye, birçok rejimin sarsılmasına, uzun yıllar boyunca devam eden önemli siyasi blokların yıkılması ve dağılmasına şahit olduk. Ancak İslam İnkılabı, dünya istikbarının bütün savaş taktikleri ve komplolarını boşa çıkararak ve adeta onları bunalım ve çıkmaz içerisine sürükleyerek, İslami hedeflerine ulaşma doğrultusunda kararlı bir şekilde ve inatla varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Aynı zamanda, dünyamızın bugüne kadar yabancısı olduğu yeni bir yönetim modelini uygulamalarıyla ortaya koymakta ve tecrübe etmektedir. İnkılap öncesi dönemde Müslümanların yaşadıkları zorlukları ve böyle bir nimetin olmayışının sıkıntısını yaşamış Müslümanlar olarak inkılabın gerçekleşmesine sevindik ve İslamın bu zaferi için Allah’a şükrettik. Böylesine önemli bir olaya ve gelişmeye basit mezhebi veya milli endişelerden dolayı duyarsız kalamazdık. Bu olaya duyarsız kalmayı veya mezhebi ayrılık gerekçesiyle düşmanlık yapmayı İslami ve insani bir tavır olarak görmedik. İslami dünya görüşümüz ve evrensel İslami anlayışımız bize böyle bir anlayış ve yaklaşım tarzı kazandırıyordu. Bu anlayış ve bakış açısıyla ilk günden itibaren olaya ilgi gösterdik ve İnkılabın siyasi hedefleri ve Ümmet düzeyindeki kazanımlarına sahip çıktık. Bugün de bu tavrımız değişmemiş olup bu tutumumuz aynen devam etmektedir. Bu tavır ve tutumumuz İnkılap önderliği ve onun ortaya koyduğu İnkılabi çizgi ve hedefler için geçerlidir. Bu tavır ve yaklaşımımız, İran Devleti veya iş başına gelen hükümetler için geçerli değildir. Eğer İnkılap revize edilir, asli çizgisinden sapar ve değişime uğrasa dahi, bizim İmam ve onun ortaya koyduğu İnkılabi çizgisi hakkındaki bakış ve yaklaşımımız değişmeyecek ve bu şekilde olacaktır. İslam tarihinde İslama hizmetleriyle Ümmete mal olmuş, her zaman iyilikle yad ettiğimiz ve örnek aldığımız diğer seleflerimiz gibi İmam Humeyni’yi, onun hareketini ve İslam Ümmetine kazanımlarını her zaman iyilikle yad edeceğiz ve bu kazanımlara sahip çıkacağız. İlişkilere gelince; Cemaatın kuruluş çalışmaları ve Cemaatleşme girişimlerimiz İnkılap öncesi döneme dayanmaktadır. Cemaatın faaliyetlere başlaması İnkılabın meydana geldiği tarihle eş zamanlı olabilir. Ancak Cemaat, tamamen bağımsız bir hareket olarak kurulmuş ve faaliyetlerini sürdürmüştür. Cemaatın kuruluşu, ortaya çıkışı, gelişimi ve mücadele seyrinde İran’ın hiç bir fiili girişimi, maddi etkisi veya müdahalesi sözkonusu olmamıştır. TC’nin veya bazı çevrelerin Cemaatı dış destekli göstermek ve karalamak amacıyla, Cemaatın İran’dan askeri ve lojistik yardım aldığı, elemanlarının İran’da askeri eğitim gördükleri ve bu çerçevede ilişkilerin olduğu iddiası tamamen asılsız ve gerçek dışıdır. Böyle bir ilişki ve yardım görme söz konusu olmadığı gibi, İran adına veya İran’ın askeri hedefleri ve çıkarları doğrultusunda hiç bir faaliyetimiz ve eylemimiz de olmamıştır. İran’ın Cemaat mensuplarına eğitim verdiği ve bu amaçla Cemaat mensuplarının İran’a gidip geldiği konusu tamamen gerçek dışı olup, saptırma ve karalama amaçlı bir propagandadır. Değişik tarihlerde, farklı saiklerden dolayı; gezme, meraktan dolayı gidip yerinde görme veya tahsil amacıyla İran’a gidip gelmeler olmuştur. Ki bu gidiş gelişlerin çoğu normal yollarla olup TC’nin pasaportuyla gerçekleşmiştir. Bu da tabii ve normal bir durumdur. Cemaat mensuplarının İran’a gidip askeri eğitim aldıkları hususuyla ilgili iddia edilen söz konusu tarih, Cemaatın askeri eylem ve silahlı çatışmalarının başlamasından çok önceye dayanmaktadır. Eğitim aldıkları iddia edilen söz konusu fertlerin bazılarının, Cemaatın askeri faaliyet ve silahlı çatışmalarının başlamasından çok önceleri Cemaatle hiçbir ilişkileri kalmamıştır. Geriye kalan fertlerin hiçbirisi silahlı hiçbir eylem içinde yer almadığı gibi, Cemaatın askeri kanadında da hiçbir görev ve sorumlulukları olmamıştır. Söz konusu edilen bu insanların yaş ortalamasına bakılacak olursa, bunların tümünün orta yaşın üstünde ve askeri faaliyetler için uygun bir yaşa sahip olmadıkları görülecektir. TC’nin eline geçen arşivimiz ve ortaya çıkan sonuç bu durumu net olarak ortaya koymakta ve bu söylediklerimizi doğrulamaktadır. İşin gerçeği böyle olduğu için bu açıklamayı yapıyoruz. Eğer böyle bir ilişki olsaydı, bunun İslama aykırı veya utanılacak bir tarafının da olmadığına inanıyoruz. Çünkü, aynı çizgide, ortak düşünce ve hedefler için mücadele eden dünyanın her yerindeki Müslüman güçler ve kurtuluş hareketleri arasında birçok konuda ilişki ve yardımlaşmanın olması çok tabii olup, İslamın istediği ve gerekli gördüğü bir durumdur. Türkiye genelinde bir zamanlar sözde İrancı ve İnkılabi geçinen fert ve grup enflasyonu yaşanıyordu. Bu durum, İslami camiada tatsız olaylara ve tartışmalara, töhmet ve ithamlara ve Müslüman halkta kafa karışıklığına ve yanlış anlamalara yol açıyordu. Bu olumsuz durum, dolaylı veya dolaysız Cemaatı da etkiliyor ve zarar veriyordu. Bu olumsuz duruma ilaveten, maalesef bugüne kadar Cemaat olarak, İrancı geçinen kişi ve grupların şiddetli saldırı ve düşmanlıklarına maruz kaldık ve bundan da önemli zararlar gördük. Mücadele tarihimizde karşılaştığımız birçok önemli sorunun kaynağı ve yaşadığımız çatışmaların önemli bir kısmı söz konusu gruplardan kaynaklanmıştır. Hatta bu konuda, genel olarak İran’ın politika ve ilişkilerinin Cemaatın politikalarıyla uyuşmadığını ve çıkarlarına uygun düşmediğini ve bundan Cemaatın önemli derecede zarar gördüğünü de söyleyebiliriz. Bu durumu gören ve bilen bazı çevreler, Cemaatın İnkılaba bakışının olumsuz yönde değişeceği beklentisi içerisine girmişlerdir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Cemaatın İslam İnkılabına bakışı ve tavrında hiçbir değişiklik olmadığını gören bu çevreler, bu duruma hayret etmiş ve şaşkınlıkla karşılamışlardır.” (KENDİ DİLİNDEN HİZBULLAH- sayfa 100,101) Allah’a emanet olun. M. ALİ NUR |