10 Nisan 1928 günü, Müslümanlar açısından unutulmaması gereken kara günlerden bir gündür. O gün, Mustafa Kemal, kara devrimlerine bir yenisini eklemiş ve yeni kurulan TC’yi anayasal düzeyde İslam dininden ve İslam hükümlerinden uzaklaştırarak tamamen laik ve dinsiz bir kimliğe büründürmüştür.
Birinci dünya savaşı sonrası Osmanlı Devletinin içine düştüğü işgal durumu, işgal sonrası Müslüman ahalinin işgalcilere karşı direniş hareketleri ve Mustafa Kemal’in Anadolu’daki direniş birliklerini bir çatı altında birleştirip organizeli bir savunma harbi verebilmek için padişahtan yetki alarak harekete geçişi daha önceki bölümlerde izah edilmişti.
Mustafa Kemal, İslam’ın devlet düzenine karşıydı ve Batı tarzı laik bir rejimi savunuyordu, dolaylısıyla hilafetin kaldırılması ve yeni bir devlet düzeninin Anadolu’da şekillendirilmesine çalışıyordu. Dolayısıyla Padişahtan yetki alan Mustafa Kemal, fikirlerini hayata geçirmek için arzu ettiği fırsatı yakalamıştı. Ancak bunu yalnız başına ve bireysel olarak yapmanın çok güç olduğunun farkındaydı. Sahip olduğu anti İslami fikirlerini hayata geçirmek için güçlü bir yetki kurumuna ihtiyaç duyuyordu. Aldığı yetkiyle hareket edip Müslüman ahalinin ileri gelenlerini de razı ederek Ankara’da 1920 yılında TBMM adında yeni bir meclis kurdu ve hedeflerine ulaşmak için bir araç olarak kullandı.
Gerek Müslüman halk ve gerekse etrafındaki toplum ileri gelenleri, düşündüğü bu köklü anti İslami değişime hazır olmadığı için işin başında İslam’a, İslami müesseselere ve İslami uygulamalara karışmadı, hatta sahip çıkıyor göründü ve meclisi de İslam’a ve hilafet makamına bağlı ilan etti. Kurulan bu meclisin geçici olduğunu, durum düzelinceye kadar işlerin idaresini üstleneceğini, devletin başında mutlaka bir halifenin bulunacağını söyledi.
Savaşı idare etmek ve hilafeti kurtarmak adına geçici olarak oluşturulduğunu söylediği bu meclis, aynı zamanda bir yetkiye de sahip olmalıydı. Durum düzelinceye kadar bu yetkiyle hareket edecekti. Bu inceliği ustaca kullanan Mustafa Kemal, aslında meclise çıkarttırıp 20 Ocak 1921 tarihinde kabul ettirdiği ilk anayasa olan “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” ile ileride Cumhuriyete geçmenin yolunu bariz bir şekilde açmıştır. Çünkü bu anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesine yer verilmiş, yasama, yürütme ve yargı yetkileri meclise verilmiştir.
Böylelikle gerek savaşın idare edilmesinde ve gerekse devlet eliyle yapılacak diğer işlerde bütün yetkilerin kendisine verildiği en üst yetki kurumu oluşturulmuştu. Dolayısıyla bu yetkili yapıyla, istenilen istikamette yol alınabilecek ve arzu edilen laik düzen oluşturulacaktı. Ancak toplumun İslami hassasiyetleri dikkate alınarak ihtiyatlı hareket edilecek ve adım adım yol alınacaktı. Nitekim öyle oldu.
Önce saltanat kaldırıldı ki, bu konuda pek de bir sıkıntı çekilmedi, halk daha ziyade hilafet hakkında hassastı, dolayısıyla hilafet makamına dokunulmadı. Hatta meclisin görevinin hilafeti kurtarmak olduğu ifade edildi, meclisin hilafete bağlılığı dile getirildi. Ancak 1923 yılında, 364 sayılı kanunla ilk anayasanın birinci maddesi; “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim şekli, halkın kendi kaderini bizzat ve bilfiil idare etme esasına dayanır. Türkiye Devletinin şekli Cumhuriyettir” şeklinde değiştirilirken, buna mukabil ikinci maddesi; “Devletinin dini İslam’dır. Resmi dili Türkçedir” şeklinde değiştirildi.
Dolayısıyla ikinci maddeyle İslami hassasiyeti olan bütün kesimler razı edilmiştir.
1924 yılına gelindiğinde, Mustafa Kemal meclis içindeki konumunu daha da güçlendirmiş, Hilafet makamının kaldırılması, İslami hükümlerin ve buna yol veren kanunların kaldırılması, Avrupa beşeri hukuk sisteminin getirtilmesi gibi konuları tartışmalı hale getirmiş, meclis içinde arzu ettiği bir ortam oluşturmuştu.
Böylece 3 Mart 1924 yılında meclis vasıtasıyla Hilafet kaldırıldı, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti kaldırıldı, Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkarıldı. Ve hakeza, devam eden kısa süreç içinde inkılaplar birbirini takip etti.
1924 yılında 105 maddeden oluşan yeni bir anayasa oluşturuldu. Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir, Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir, Türk Milletini ancak TBMM temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır, Yasama yetkisi ve yürütme erki TBMM’de belirir ve onda toplanır, Meclis yasama yetkisini kendi kullanır…..şeklindeki esas hükümlerle başlayan bu anayasa maddeleri, TBMM’yi yeni oluşturulan devletin en yetkili tek organı haline getirmekle birlikte, Osmanlı devletine ve yönetimine tamamen son veriyordu. Yeni devletin yönetim şeklini ve alacağı yolu da artık tam olarak ortaya koyuyordu.
Nitekim bu anayasa değişikliği kabul edilip onaylandıktan sonra Mustafa Kemal, gerek devletin bütün kurum ve kademelerinde ve gerekse toplumun sosyal dinamiklerini oluşturan yapılarda laik sistemi bir bütün olarak yerleştirme faaliyetlerine hız vermiş ve art arda gerçekleştirdiği kara devrimlerle bunları hayata geçirmiştir.
10 Nisan 1928 günü, işte bu kara devrimlerine yenilerini eklemiş, daha önce Müslüman halkın hassasiyetinden endişe ederek onları teskin etmeye yönelik siyasi bir manevra olarak anayasaya konulan “Devletin dini İslam’dır” maddesini çıkartmıştır. Bununla birlikte, yasada geçen dini terimlerin de kaldırılmasına karar çıkartmıştır. Milletvekillerinin yeminlerindeki “vallahi” kelimesini “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle değiştirtmiş, yine Meclisin görevleri arasında yer alan “ahkam-ı şer’iye’nin tenfizi” (dini hükümlerin yerine getirilmesi) hükmünü yasadan çıkartmıştır.
1937 yılında ise “Devletin dini İslam’dır” şeklindeki ikinci madde, “Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve Devrimcidir. Devlet dili Türkçe’dir. Başkenti Ankara’dır” şeklinde değiştirilmesini sağlamış, din vasfı yerine laiklik vasfını devlete giydirmiştir. Böylece devleti din dışı, daha doğru bir ifadeyle dinsiz bir kimliğe büründürmüştür.
Allah’a emanet olun.
M. ALİ NUR |