HALİFELİĞİN KALDIRILMASI İslam; insanlara tevhit esaslı bir dünya görüşü sunduğu gibi, tevhit esasına dayanan bir yaşam ve yönetim biçimi de sunar. İslam’da yönetim biçimi, devlet düzeninde hakimiyetin kayıtsız şartsız Allah’a ait olması ve ilahi hükümlerin esas alınmasına dayanır. İslam devletinin başında, Müslüman ahalinin bey’at verdiği Alim ve Adil bir halife bulunur. Halife; İslam devletinin ve Müslümanların birliğinin sembolü ve imamıdır. (Bu gün dünyanın bütün devletlerinde devlet başkanı yada cumhurbaşkanı bulunmaktadır) Ancak İslam devleti halifeden ve hilafet makamından ibaret değildir. Halifenin, İslam hukukunda belirlenmiş yetki ve görevleri vardır. İslam ahkamının devlet eliyle tatbikinden ve tatbikinin takibinden sorumludur. Kanunların üstünde bir yetkisi olmadığı gibi, kendisi de kanunlara bağlıdır ve İslam’ın kendisine verdiği yetkinin dışına çıkamaz. Bütün bunlar İslam hukukunda belirlenmiş ve bilinen hususlardır. Nitekim halifenin İslam literatüründeki anlamı; Allah’ın (cc) emir ve yasaklarını alıp tatbik etmekle mükellef olmak, bu işle vazifeli olmak demektir. Dolayısıyla İslam hukukçuları bu kavramı, genellikle Rasulullah’ın (sav) yerine geçme (risalet görevi dışında) ve toplumu İslami kurallara göre sevk ve idare etmede O’na halef olma anlamında kullanmışlardır. Müslümanların, devletsiz ve başsız olamayacağı hakikatinden dolayı, Rasulullah (sav) daha defnedilmeden Hz. Ebubekir (ra) halife seçilmiş ve Müslümanların bey’atını aldıktan sonra vazife almıştır. Hz. Ali’ye (ra) kadar ehliyet ve bey’at üzere devam eden hilafet, Muaviye tarafından hile ve zor karışımı taktiklerle ele geçirildi ve saltanata dönüştürüldü. Kılıç zoruyla kabileler ve kavimler arasında el değiştirdi, onu elinde bulunduran hanedan içinde babadan oğula intikal etti. Yavuz Sultan Selim, 16. yüzyılın başında Mısır seferinden sonra Halifeliği Osmanlılara taşıdı ve o tarihten 1924 yılına kadar da onlarda kaldı. Hilafetin iki temel özelliği vardır; ehliyet ve bey’at. Halife olacak kişide bu iki temel özellik aranır, halifeliğe ehil olmalı ve Müslüman teba tarafından bey’at verilmelidir. Ancak Muaviye ile birlikte bu iki temel özellik ortadan kaldırıldı, zor kullanımıyla birlikte saltanat ve hanedanlığa dönüştürüldü. Osmanlılarda halifeliğin aynı hanedan içinde babadan oğula geçmesi, deli olanların bile halife olması ve kardeşin kardeşi öldürüp halifeliğini ilan etmesi, hilafetin aslından ne kadar uzaklaştığını, daha doğrusu saptırıldığını göstermektedir. Mustafa Kemal; hilafeti tümden lağvedip batı standartlı laik cumhuriyet rejimini oluşturmak istiyordu. Hilafetin gelmiş olduğu nokta ve halifelik makamında oturanların yanlış icraatlarından değil, aksine İslam’a, İslami yönetime ve müesseselerine karşı olduğundan ve batıya aşırı derecede hayranlık duyduğundan dolayı bu düşünceye sahipti. Bunu doğrulayan belgeler çoktur. Örneğin; 1907 yılında daha 26 yaşında bir subay iken Bulgar asıllı Türkolog Manolov’a; “Bir gün gelecek hayal sandığınız bütün bu devrimleri başaracağım” demiş ve konuşmasında saltanat ve halifeliğin kaldırılacağını, kıyafetten yazı harflerine kadar siyasi ve sosyal alanda değişikliklerin yapılıp tamamen Batıya yöneleceklerini ifade etmiştir. Aynı şekilde, 1919 yılında Erzurum’da iken yakın arkadaşları arasındaki konuşmasında; Türkiye’nin yönetim şeklinin Cumhuriyet olacağını söylemişti. Mustafa Kemal bir yandan bu düşüncelere sahipken, öte yandan ortamın buna hazır olmadığının hesabını yaparak Müslüman halkın İslami duyarlılığını dikkate alarak son derece sinsi ve kurnazca hareket ediyor, her vesileyle halifeye bağlılık ve sadakatini ilan ediyor, gittiği yerlerde minberlere çıkıp bir vaizden daha ateşli bir şekilde İslami nutuklar atıyordu. O yıllardaki bütün gezilerine katılan ve o zaman Vakit gazetesinde muhabir-yazar olarak çalışan Naşit Hakkı Uluğ, Mustafa Kemal’in bu tutumu hakkında şu tespitlerde bulunuyor : “Mustafa Kemal, Saltanatın kaldırılmasından sonra dahi, Cumhuriyet kurma kararını ve Halifeliğin kaldırılması konusu üzerinde fikirlerini tekrarlamayı sakıncalı buluyor ve devlet şeklini, ağzına “Cumhuriyet” sözünü almaksızın, “Ulusal Egemenlik” formülü içinde her an Cumhuriyete doğru yürüyen bir yöne sevk ediyordu. Onun bu gidişatının hedefini sezen muhafazakarlar (Meclis içindeki şeriat ve hilafet isteklileri) zaman zaman Mustafa Kemal’i konuşturmak istiyorlardı. Mustafa Kemal ise bu sorulara zamanın icabına göre cevaplar vererek karşısındakileri idare ediyordu.” Konuyla ilgili önemli bir olay şöyledir : Sultan Vahdettin’in İstanbul’dan ayrılmasının ardından 18 Kasım 1922 günü meclis başkanı Rauf Orbay’ın teklifleri sonucu TBMM’de halife seçimi için müzakereler başlamıştı. Bu müzakerelerde bir halifenin seçilmesi ve ona biat edilmesi gerektiği vurgulanmıştı. İşte bu arada Mustafa Kemal yine kurnazca bir manevra yapmış ve “Arkadaşlar! Mevzubahis olan meseleyi çok münakaşa etmek, çok tahlil etmek mümkündür. Fakat zannediyorum ki münakaşat ve tahlilatta (tartışma ve değerlendirmelerde) ne kadar ileri gidersek meseleyi halletmekte o kadar münakaşat ve teahhürata (tartışma ve gecikmelere) uğrarız. Benden önce kürsüyü terk eden Yusuf Ziya bey, halife olacak zatın vazife ve salahiyetlerinin ne olacağından bahis buyurdular. Zannediyorum ki ondan önce bir halife intihap etmek (seçmek) daha mühimdir. Sonra seçeceğimiz halifeye hilafetini tebliğ edeceğiz…Binaenaleyh bu gün söylenen şeylerin hepsini halletmemiz mümkün değildir” diyerek sözde bir halifelik seçimi yapmak ve halifeye hiçbir yetki ve vazife verdirtmemeye çalışmıştı. Bu konuşmayla; “Biat” ve “Halifenin Yetkileri” meselesini gündemden çıkarmış, dikkati daha çok halifelik makamına çevirerek :”Fakat Türkiye’nin vazifesi Makam-ı Hilafeti kurtarmaktır. Bu bizim için bir dava-yı mahsustur (özel bir davadır)….” Demiş ve hem meclis yoluyla kendi fikirlerini gerçekleştirmenin önünde oluşacak bir engeli ustaca savmış hem de Hilafeti savunma pozisyonuna girip meclis havasına hakim olmuştu. Neticede bir seçim yapılmış, oylamaya katılan 162 üyeden 148’i Abdülmecid’e oy vermişti. 19 Kasım 1922 tarihinde Mustafa Kemal, TBMM riyaseti başlığıyla ve “Halife-i Müslimin” hitabıyla Abdülmecid’e bir telgraf çekip biatlarını iletmişti. Evet! Peygamber’den (sav) sonra Hz. Ebubekir (ra) ile başlayan Halifelik, Muaviye ile birlikte saltanata tebdil edilmiş ancak İslam ahkamını esas alan sistem ve müesseseler ortadan kaldırılmamıştır. Halifelik makamına oturan kişi ile devlet idaresindeki zevat, eğer isterse İslam’ı hakkıyla tatbik edebilir, İslam adaletini toplum içinde tesis edebilirdi. Buna herhangi bir mani, devlet düzeni içinde yasal bir engel yoktu. Nitekim Ömer b. Abdülaziz halife olduğunda (ki Muaviye’den çok sonra idi) İslam ahkam ve adaletini tatbik etmiş, onun zamanında zekatlar (dağıtılacak yerler bulunmadığı için) çoğu kere devlet hazinesinde kalmış ve İslam alimlerinin çoğu onu hülafa-i raşidin’den (Raşit Halifelerden) kabul etmişlerdir. Sıkıntı; Muaviye ile başlatılan saltanat geleneği ve buna paralel olarak devlet düzenine sokulan bid’atlar neticesinde, ehil olmayan insanların başa geçmesi sonucu İslam ahkam ve adaletinin hakkıyla uygulanmaması idi. Osmanlı padişahları her ne kadar İslam Halifesi ünvanına sahip olsalar da, bu geleneği sürdürmüşlerdir. Ancak Mustafa Kemal bunlara değil, İslam’ın öngördüğü devlet düzenine tümden karşı çıkmış, ilahi kanunların hakimiyetini reddetmiş, beşeri kanunların hakimiyetini istemiştir. Bu nedenle Batı standartlı laik Cumhuriyet fikrini benimsemiştir. Yaptığı inkılapların tümü bu doğrultuda olmuş ve bu fikri gerçekleştirmek için yapılmıştır. Eğer iddia edildiği gibi İslam ahkamına ve İslam devlet düzenine karşı değil de Osmanlı padişahlarının yanlış ve gayri İslami uygulamalarına karşı olmuş olsaydı, yeni kurulan meclisi bu yönde yapılandırırdı ve İslam ahkamını esas alırdı, ayrıca İslami müesseseleri ve İslam’ın toplumdaki sosyal düzeni, gerçekleştirdiği inkılaplarla birer birer ortadan kaldırmaz ve İslam’ı yasaklı hale getirmezdi. Halbuki Ankara’da meclisi kurup uygun ortam oluşturduktan sonra halifeliği kaldırdığı gibi, İslami bütün müesseseleri, İslam’ın sosyal hayattaki kural ve kaideleri, Kur’an ve İslam kültür külliyatının kendisiyle yazılmış olduğu Arap alfabesini ve hatta Müslümanların İslami gelenekten kaynaklanan kılık ve kıyafetlerini bile yasakladı. Şimdi konumuz olan Halifeliğin kaldırılmasına dönelim. Mustafa Kemal; kurtuluş savaşını yürütmek üzere geçici olarak kurulduğunu söylediği Ankara’daki TBMM’ni kurduktan ve yasama, yürütme, yargı yetkilerini bu meclise verdirdikten sona, firiklerini hayata geçirmek için en önemli zemin ve basamağı zaten oluşturmuştu. Yetkilerin kendisinde toplandığı meclis içinde süratli bir şekilde ortam oluşturdu ve ikna edebildiği insanları etrafına toplayarak etkinlik kurmaya çalıştı. Çoğunluğu Alim, Molla ve Şeyhlerden oluşan ilk meclisi, muhalif gördüğü bu kişilerden hızla temizledi. Ancak fikirlerini adım adım, ürkütmeden, İslam’a ve hilafete de toz kondurmadan meclise onaylattırarak hayata geçirdi. Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyetin ilanından sonra artık meclis onun istediği noktaya gelmiş, etkinliği artmış ve arzu ettiği ortam oluşmuştu. Artık Laik Cumhuriyetin önündeki en büyük egen olan hilafet müessesesini kaldırmanın zamanı gelmişti. Çünkü bu kaldırıldıktan sonra yeni cumhuriyet için Avrupa’dan alınacak yeni hukuk sistemi getirilecek ve İslam hukuku tamamen terk edilecekti. Bu amaçla Mustafa Kemal; kendisiyle birlikte hareket eden üyeler vasıtasıyla meclisi harekete geçirdi. Hilafet kaldırılacaktı. Halbuki bundan bir buçuk yıl önce saltanat kaldırılırken, İslam ve Hilafet etrafındaki endişeleri bertaraf etmek için : “Makam-ı Hilafet bizim için en âli makamdır (en yüksek makamdır) ve Türk’ün başında ebediyyen bir Halife-i İslam bulunacaktır” demişti. Hilafetin kaldırılacağı fısıltıları duyulunca gazetelere de manşet olmuş ve toplum içinde gündem oluşturup yoğun bir tartışma atmosferi oluşmuştu. Bu bilinçli yapılmıştı. Başta meclis olmak üzere toplum da buna alıştırılıyordu. Neticede meclis içinde yeteri kadar üye ikna olmuş ve hilafet makamı tartışılır hale sokulmuştu. Ve Meclis, Hilafeti gündemine alarak toplandı. Meclis içinde etkili olan bazı üyeler Hilafetin kaldırılması üzerine hararetli konuşmalar yaptılar. Özellikle İslam Hukuk Profesörü ve İlahiyat Fakültesi Dekanı olan Seyyid beyin, Mustafa Kemal’in istediği istikamette uzun bir konuşma yapıp Hilafetin şer’i değil, dünyevi olduğunu vurgulaması ve kaldırılmasını ısrarla istemesi mecliste etkili oldu. Netice itibariyle oylama yapıldı ve iki oy haricinde meclis üyeleri tarafından hilafetin kaldırılması kabul edildi. Tarih 03 Mart 1924… İslam ve Müslümanlar açısından hayatı karartan kara bir gün olan bu tarihte, Mustafa Kemal, kara devrimlerine yeni birini daha, belki de en önemlisini ekliyordu. Böylece İslam devlet düzeninin temel taşlarından biri olan ve İslam ümmetinin birliğini sembolize eden hilafet makamı kaldırılmış oldu. Ümmet anlayışı reddedildi, ulus anlayışı tercih edildi. Hilafetin kaldırılmasının İslam ümmeti üzerinde olumsuz büyük tesirleri olmuştur. Velev Osmanlı devletinde hilafet sembolik bir makam haline getirilmiş ve halifeler görevlerini ifa etmiyor idiyseler de. Bu kara devrimle Mustafa Kemal, İslam ümmetine ve İslam alemine çok büyük bir darbe indirmiş ve telafisi imkansız büyük zararlar vermiştir. Ümmet bilinci kırılmış, İslam aleminin birliği yönündeki duygular kararmıştır. İslam aleminde ümmet anlayışının kalkması ve ulus anlayışının yerleşmesinde ve günümüzde İslam aleminin ulus devletler şeklinde parçalanıp dağılmasında, bu kara devrimin etkisi inkar edilemez boyuttadır. Allah’a emanet olun M. ALİ NUR 04.03.2009 NOT : Bu yazıda, H.Hüseyin Ceylan’ın “Cumhuriyet Dönemi Din Devlet İlişkileri” adlı kitabından istifade edilmiştir. |