Allah’ın adıyla! Her insan, her toplum ve hatta her devlet; sahip olduğu özelliklere, ortaya koyduğu icraatlara ve bulunduğu konuma göre bir değer ifade eder. Eğer bulunduğu konuma göre sahip olduğu özellikler ve ortaya koyduğu icraatlar doğru ve iyi olarak değerlendirilirse, doğruluğu ve iyiliğinin derecesi oranında müspet karşılanır, hüsn-ü kabul görür; yok eğer yanlış ve kötü olarak değerlendirilirse, yanlışlığının ve kötülüğünün derecesi oranında menfi karşılanır, kabul görmez ve tepki alır. İnsanlar farklı bakış açılarına, farklı inançlara ve farklı değer yargılarına sahip olduklarından dolayı her ne kadar bu durumu farklı değerlendiriyor ve farklı sonuçlara ulaşıyor olsalar da, hak ölçüleri içerisinde bütün akl-ı selim sahiplerinin kabul ettiği ortak insanlık normları yine de mevcuttur. Mesela; dini, ırkı ve dili ne olursa olsun musibete maruz kalmış çaresiz insanlara yardım yapılmasının hüsn-ü kabul görmesi ve çocukları öldürmenin tepkiyle karşılanması gibi… Ancak her şeye rağmen hakkı, hukuku ve insanlığın ortak değerlerini kendi süfli inanç ve menfaatleri için ayaklar altına alarak haddi aşanlar ne yazıktır ki her zaman var olabilmektedirler. Kendi menfaatlerini başkalarının hak ve hukukunun üzerinde gören bu nasipsizler, kendi süfli inançları ve menfaatleri için başkalarının hak ve hukukuna tecavüz etmeyi, çocuk, kadın, yaşlı ayırımı yapmadan cana ve mala kastetmeyi, toplu katliamlarda bulunmayı ve ağır işkencelerden geçirmeyi bile meşru görecek kadar vahşileşmektedirler. Ne yazıktır ki ortak menfaatler ve ortak düşman, çoğu kere bu tipleri direkt veya dolaylı işbirliğine sevk edip bir taraf haline getirmekte ve ortak hareket etmeye yöneltmektedir. Yapılanları haklı göstermek için de her türlü imkanlarını seferber ederler. Maddi güç ve imkanlarını bu yönde kullanıp karşı çıkanları sustururlar. Menfaatleri önünde engel gördüklerini, hele hele zayıf olanlarını kendi kontrollerine almaya, sindirmeye ve hatta yutmaya çalışmaktadırlar. Bu yüzdendir ki yakın tarihimizde iki kere dünya savaşı gerçekleşmiş, bununla birlikte onlarca kez devletler arasında savaşlar meydana gelmiş ve halen de bir yandan devletler arası savaşlara, diğer yandan devletlerin işgaline ve bu arada insanlık suçlarına şahit olmaktayız. Bu savaşlar neticesinde nice devletler tarih sahnesinden silinmiş, bazıları parçalanmış, bazılarında yönetim değişmiş ve böylece coğrafi ve siyasi harita ciddi değişikliklere sahne olmuştur/ olmaktadır. Onun için bazı devletler kendilerini korumak için aralarında askeri ve siyasi birlikler kurmuş, çeşitli paktlar ortaya çıkmıştır. Birinci ve ikinci dünya savaşlarının ağır askeri, ekonomik ve siyasi zararlarından ve yok edilen milyonlarca insandan sonra, yeni oluşumlara ihtiyaç duyulmuş, Birleşmiş Milletler, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Uluslararası Adalet Divanı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Savaş Suçları Mahkemesi gibi önemli kurum ve teşkilatlar oluşturulmuş, gerek devletler arasında ve gerekse bireyler bazında savaş suçları, insanlık suçları, insan hakları ihlalleri, hukuk ihlalleri gibi suçların ve suçluların yargılanması, dolayısıyla suçların önüne geçip güvenliğin sağlanması hedeflenmiştir. Artık devletler arasındaki hukuksuzluklar halledilecek, savaşlara meydan verilmeyecek, işlenen suçlara müeyyideler uygulanacak ve böylece dünya genelinde bireylerin ve ulusların hak ve hukukları muhafaza edilecektir… Ancak Afganistan’ın, Irak’ın ve Çeçenistan’ın halen fiilen işgal altında bulunması, buralarda her gün işlenen insanlık suçları ve katliamlar, İsrail’in Lübnan’a ve son olarak Filistin/Gazze’ye saldırısı sonucu hiçbir hukukun kabul etmeyeceği insanlık suçunu işlemesi gibi mevcut önemli hadiseler, söz konusu mahkemelerin ve teşkilatların, egemenlerin hukukuna göre işlediğini göstermiştir. Eğer ülkeler hukuksuz bir şekilde işgal ediliyorsa, eğer kendilerine saldırılan ülkelerin elinde denk silahlar olmamasına ve dolayısıyla kullanılmamasına rağmen bu ülke insanlarına karşı (savaşta dahi kullanılması yasak kabul edilen) kitle imha silahları kullanılıyorsa, eğer saldırılarda sivil yerleşim yerleri, okullar, camiler, hastaneler vs rasgele hedef alınıp buralarda çocuk, kadın, yaşlı ve hasta insanlar dahi vahşi bir şekilde öldürülüyorsa, eğer buralardaki insanlara ilaç ve gıda gibi en temel ihtiyaçların dahi ulaştırılmasına engel olunuyorsa ve bütün bunlara karşılık söz konusu onlarca uluslararası mahkeme ve teşkilatlardan, adaletten, insanlıktan bahsedilmesine rağmen bu suçlara ve suçlulara karşı herhangi bir işlem ve müeyyide uygulanmıyorsa, ortada ciddi bir sakatlık ve ikiyüzlülük vardır. ABD ve Siyonist İsrail bütün bu insanlık suçlarını işledikleri halde kendilerine karşı herhangi bir şey yapılmazken, onlar istediklerini suçlu ilan edebiliyor, yargılayabiliyor, yargılatabiliyorlar, hatta yargılamadan bile infaz edebiliyorlar. Kendilerine hem dini ve hem de siyasi açıdan muhalif ve dolayısıyla suçlu gördükleri Müslümanları, menfaatlerinin önünde bir engel olarak görmekte, olanları ezmeye, kontrole almaya, sindirmeye ve yutmaya çalışmaktadırlar. Siyonist İsrail; kendisine ait olmayan Filistin topraklarını işgal ederek, İngiltere ve ABD’nin doğrudan desteklemesiyle devlet haline getirildi. Birçok devlete baskı yapılarak onlara kabul ettirildi. Böylece kendisine ait olmayan topraklar üzerinde, tamamen hukuksuz bir işgale dayanan ve henüz sınırları dahi belli olmayan bir İsrail devleti kabul edildi, ettirildi, tanındı ve tanıttırıldı. Uluslar arası camiada devlet sıfatını kazanan ve böylece uluslar arası ilişkiler neticesinde devlet imkanlarına sahip olan Siyonist İsrail; ABD, İngiltere ve AB ülkelerinin destekleriyle kısa sürede ekonomik ve askeri alanda güçlendi. Bu gücünü ve devlet olmakla elde ettiği imkanı; Filistin’i tamamen ortadan kaldırıp oraları İsrail toprakları haline getirmek için sürekli olarak Filistin topraklarını işgal etmekte kullandı, karşı çıkan Filistinli Müslümanları vahşi bir şekilde katletmekte kullandı, bu bağlamda Filistin’in Müslüman halkını, çocuk, kadın, yaşlı, genç ayırımı yapmadan katliamdan geçirip yok etmekte kullandı. Böylelikle Siyonist İsrail, elde etmiş olduğu devlet imkan ve gücünü, insanlık suçu işlemekte kullandı ve kullanmaktadır. Dolayısıyla bunda, onu devlet haline getirenler gibi, devlet olarak tanıyanların da payları büyüktür. Halbuki Siyonist İsrail’in kuruluş şekline, bu güne kadar ortaya koyduğu icraatlarına ve işlemiş olduğu insanlık suçlarına baktığımızda; onun evvela hak nazarında ve sonrasında insanlık vicdanında meşru bir devlet olmadığı görülür. Bununla birlikte, hem yetkililer olarak birey bazında ve hem de icra ettiği fonksiyonlar açısından kurumsal bazda, ilan edildiği günden bu güne kadar kesintisiz olarak büyük insanlık suçları işlemiş olduğu görülür. Bu insanlık suçları halkasına, son olarak Gazze’de işlediği vahşetleri eklemiştir. Bütün bunlar bizi şu noktaya götürmektedir; Siyonist İsrail, layık olduğu muameleyi görmelidir. Çünkü hem meşru değil ve hem de suçludur. Meşru olmayana meşruiyet kazandırmak, suçlu olana karşı herhangi bir yaptırıma gitmemek ve suçsuz muamelesi yapmak kabul edilebilir bir şey değildir. Meşru bir devlet özelliğine sahip olmadığı halde ve hele devlet namıyla elde ettiği imkanları insanlık suçu işlemekte kullandığı halde onu devlet olarak tanımak, tanımaya devam etmek, bu sıfatla onunla askeri, siyasi veya ekonomik ilişkiler kurmak ve geliştirmek, onun yaptıkları vahşete ve bundan sonra da yapacakları insanlık suçlarına imkan vermektir ve dolayısıyla ortak olmaktır. Daha da ötesi; hakikat noktasında ve insanlık vicdanında büyük bir suç teşkil etmektedir. Bu yüzden; İsrail ile ilişkileri kesmek; bir sorumluluktur, insani bir vazifedir, Müslümanım diyen için ise İslami bir görev ve zorunluluktur. Hiçbir şey İsrail ile ilişkilerin sürdürülmesini halkı kılamaz ve buna gerekçe olamaz. Bunca vahşetine rağmen İsrail ile onu devlet olarak tanıyıp ilişkileri sürdüren ve sürdürme taraftarı olanlar, halk nezdinde güvenilirliklerini yitirmektedirler. Ve bunlar; Siyonist İsrail ile ilişkileri kesmedikçe, suçlarına ortak olmaktan da kurtulamazlar. İsrail’in insanlık dışı uygulamaları, bu talebi sadece ülkemizde değil, uluslar arası camiada da meşru ve haklı bir talep haline getirmiştir. 27 Aralıktan bu yana dünyanın dört bir yanında Müslüman kitlelerin ve vicdan sahibi insanların yüksek sesle dile getirdikleri itirazlar, ortaya koydukları yüksek katılımlı tepkiler bu hakikatleri ortaya koymuştur. Burada denilebilir ki; biz tanımazsak ne değişir? ABD ve AB ülkeleri tanıdıktan sonra ne fark edecek? Ancak bu doğru bir düşünce değildir ve hakikat noktasında yanlış bir değerlendirmedir. Yani ABD ve AB ülkelerinin destek verdiği yada imkan tanıdığı bir suçlu, suçları işlemekte meşru bir hak mı kazanmış oluyor? Yada suçuna engel olunamıyorsa ortak mı olmak gerekiyor? Mesele; dini, insani ve ahlaki açıdan taşıdığımız sorumluluktur, suça ortak olup olmama, suça göz yumup yummama, suça kendi açımızdan engel olup olmama meselesidir. Önemli olan suça ortak olmama ve imkan dahilinde engel olmaya çalışmaktır. Bize düşen, budur. Neticesi bizim istediğimiz gibi olmazsa da bu bizim doğrulumuza gölge düşürmez. Allah’a emanet olun M. ALİ NUR |