“Komşularla
sıfır sorun politikasıyla” bizi hükümet tanıştırdı. Türkiye’nin kalıbını
kırarak İslam dünyasıyla yeni köprüler kuracağı, emperyalizmin cehenneme
çevirdiği Ortadoğu’yu barış adasına döndürmek için katkılar sağlayacağı ümitleri
yükselmeye başladı. Bölgenin birçok ülkesiyle vizelerin kaldırılması, pasaportun
kaldırılması noktasına kadar Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesi ümitlerin
daha fazla artmasına yol açmıştı.
Erdoğan’ın Siyonist rejimin cumhurbaşkanına “One minute!” diyerek meydan
okuması ve Mavi Marmara olayından sonra Siyonist rejime karşı sert tutumu İslam
dünyasında popülerliğinin zirveye çıkmasına neden oldu. İçeride ise Ergenekon
yapılanmalarıyla mücadele etmesi ve darbecileri engellemesi hükümete yönelik
sempatinin önemli ölçüde artmasına yol açtı. Öte yandan Ak Partinin açılım
girişimleri kangrene dönüşmüş Kürd sorununa neşter vurulacağı kanaatine yol
açmış, ümitleri epeyce arttırmıştı.
Bu güzel havayı yakalayan hükümet beklenenlerin aksine yanlış alanlara yöneldi.
İzlediği yanlış politikalar ülkeyi kaosun içine sürükledi. Buna rağmen ısrarla
yanlışta diretmeye, hatalı adımlar atmaya devam ediyor.
Attığı yanlış adımlarından biri Kürd sorunuyla ilgiliydi. 90 yıldır Kemalist
rejimin zulmüne maruz kalan ve katliamlardan geçirilen Müslüman Kürd halkının
acısını paylaşma ve gasp edilen haklarını iade etme yerine 30 yıldır Kürd
halkına tahakküm için çabalayan, binlerce Kürdün kanını akıtan PKK’yi muhatap
almaya çalıştı. Düşüncesi, ideolojisi ve duruşuyla Müslüman Kürd halkıyla hiçbir
bağı bulunmayan PKK yöneticileriyle Oslo’da gizli görüşmeler gerçekleştirdi.
Ülkede ise PKK’nin sivil uzantıları muhatap alındı. Müslüman Kürd halkı ve sivil
toplum örgütleri yok sayıldı. Hatta halkın sesi durumundaki sivil toplum
örgütlerinin susturulması için birçoğunun yöneticileri ve üyeleri zindanlara
atılırken, yüz binleri meydanlara toplayan sivil toplum kuruluşlarının
kapılarına kilit vuruldu.
Dış politikada da büyük yanlışlar yapıldı. Sırtlarına kambur gibi yapışan
diktatörlere karşı çıkan ve hayatlarını karartan zulüm halkalarını kırmaya
çalışan Müslüman halklara yardımcı olması, onları din ve inançları çerçevesinde
özgürce yaşayacakları alanlara davet etmesi gerekirken, Başbakan Erdoğan’ın
ziyaret ettiği Mısır ve Tunus’ta Müslüman halklara laik rejimi tavsiye etmesi
herkesi şaşırttı. 90 yıldır Türkiye’nin başına bela olan laik sisteme
çağırıyordu Müslüman halkları. Oysa diktatörlerden kurtulmak için meydanlara
dökülen Müslüman halkın tepesindeki rejim de laiklikten başkası değildi.
Başkaldıran Müslüman Arap halkları aynı zamanda laik diktatörlükten kurtulmak
için çabalıyordu. Türkiye halkına büyük acılar yaşatan, sıkıntıdan başka bir şey
vermeyen laikliğin başbakan tarafından Müslüman halklara tavsiye edilmesi hangi
mantıkla açıklanabilirdi ki?
Türkiye’nin yanlışları bununla da kalmadı. Onlarca yıldır Filistin halkına kan
kusturan Siyonist rejime karşı çıkarken, NATO’nun füze kalkanı radar sisteminin
Türkiye’ye yerleştirilmesine izin verildi. Bazı çevrelerce bu sistemin İran’dan
Siyonist rejime yönelik olası füze saldırılarına karşın yerleştirildiği iddia
edildi. Her ne kadar bunun doğru olmadığı bazı yöneticiler tarafından dile
getirilse de inandırıcı bir tutum sergilenemedi. Böylece Türkiye’nin, İran’dan
Siyonist rejime yönelik saldırıları topraklarında önleme görevini üstlenmiş
olduğu ortaya çıktı.
Suriye konusunda da yanlışlıklar yapıldı. Yıllarca zulme maruz kalmış ve büyük
katliamlardan geçirilmiş Müslüman Suriye halkının diktatör rejimden kurulması
için yardım etme en tabii ve insani bir davranıştır. Komşudaki acının son
bulması ve halkın özgürce yaşaması için her vicdan sahibi elinden geleni
yapmalıydı. Ancak, Türkiye bir taraftan mezhepçilik ipine sarılıp Suriye’de
mezhep çatışmalarını kışkırtırken, diğer yandan Suriye’de dini bir yönetimin
iktidara gelmesine izin vermeyeceğini ileri sürüyordu. Laik Kemalist bir ülkenin
mezhepçiliğe soyunup farklı mezheplere sahip halkları birbirine düşürme ve daha
fazla kan akıtmaya çalışması hangi mantıkla açıklanabilir? Ayrıca büyük
çoğunluğu Müslüman olan Suriye halkı, Müslümanca yaşama ve İslami esaslara
dayalı bir sistem istiyorsa Türkiye’nin böyle bir isteğe karşı çıkışı nasıl
yorumlanabilir? Türkiye’de sisteminin İslami olmaması, başkalarının İslami
sisteme dönüş isteklerine karşı çıkmayı meşru hale getirebilir mi?
Bütün bunlarla birlikte gerek iç güvenliği sağlamada gerekse de dış politik
tutumda ABD’nin belirleyici hale getirilmesi, sorunları ABD’nin uygun gördüğü
ölçüde çözme çabaları gelecek günlerin daha da sıkıntılı olacağını haber
vermektedir. Çünkü eteğine yapışılan ABD, Siyonist rejimin çıkarları için bütün
menfaatlerinden vazgeçmeye hazırken, Ortadoğu’da Müslümanların gelişmemesi ve
emperyalizme başkaldırmış İslam’ın insanların hayatlarında belirleyici olmaması
için elinden geleni yapmaktadır. ABD ile atılan her adım Siyonist rejimin
ekmeğine yağ sürerken, Müslüman halkımızın ve Ortadoğu’daki diğer halkların daha
fazla acı çekmesi anlamı taşımaktadır. Hükümetin yaptığı en büyük yanlışlık ve
altından kalkamayacağı en büyük vebal ABD’ye bel bağlaması, ABD’nin
Ortadoğu’daki varlığını sürdürmede koltuk değneği görevi görmesidir.
Gelişmeler, bundan sonraki günlerde daha büyük sıkıntılarla karşılaşacağımızı
göstermektedir. Hükümetin yanlış politikalarda diretmesi, sorunları aklıselimle
ve temeline inerek çözme çabaları yerine daha fazla kelle daha fazla kan için
intikam naraları atması, Müslüman halka acı çektirmekten başka bir işlevi
olmayan ABD’nin eteğine tutunup sorunlarına çözüm arayışları sıkıntılı bir
geleceği haber verirken, Müslüman halkın bütün bunları kaderi olarak görüp
oturması mı gerekir?
Ya meydanlara inip yanlış yapanlardan hesap soracağız, ya da teslim olacağız.
Teslim olursak bizi süründürmeye ve onurumuzla oynamaya devam edecekler. Oysa
bizi farklılaştıran İslami kimliğimizle ortaya çıkarak, başımıza felaket
getirenlerin yakalarına yapışarak, hesap sorarak, kendimizi ve kimliğimizi ifade
ederek bu yanlış gidişata dur demeliyiz.
M. Emin Çelik
|