Ülkemizdeki hâkim rejim, önceleri imha, katliam ve sürgünlerle muhaliflerini etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Dersim katliamı, Kürd coğrafyasında yapılan diğer katliamlar ve milyonlarca insanın yerinden yurdundan zorla sürgünü ana siyasetini oluşturuyordu. Dünyadaki köklü değişimler, bugünkü şartlarda eski yöntemleri kullanmanın mümkün olmaması üzerine yeni yöntemlere ihtiyaç duyuldu. Üstelik bu yeni yöntemlerin en büyük ayağı Amerika tarafından günün yumuşak silahıyla şekillendirilip emperyalizmin fırınında pişirildikten sonra ülkenin hizmetine sokuldu. Kemalist rejimin karakteri İslamcıların iktidarını kabul edecek parametrelere sahip değildir. Buna tahammül edecek yumuşak damarı da bulunmamaktadır. Verdikleri bütün tavizlere, rejimin temelleriyle hiçbir sorunları olmadığını bas bas bağırmalarına ve pratiklerinde bunu ispatlamalarına rağmen Milli Görüş partileri sürekli kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. 1996 yılında en fazla oyu Refah Partisi’nin alması üzerine Erbakan Hoca’nın başbakan seçilmesi gelişmesine rejim hazırlıksız yakalanmıştı. Hoca’nın taviz vermesine ve diğerlerinden farklı bir şey ortaya koymamasına rağmen Erbakan’ın başbakanlığına bir yıl bile tahammül edilemedi. Müslümanların kazanımlarını yok etmek ve bir daha iktidara heveslenmemelerini sağlamak için 28 Şubat darbesi yapıldı. Hoca’nın bir daha belini doğrultmaması ve siyasetten uzaklaştırılması için “Kayıp trilyon davası!” dayatıldı. Türkiye siyasetinin ana çerçevesinin çizilmesinde etkin rol oynayan ABD, ülkedeki İslami damarın tehditlerle, parti kapatmalarla ve darbelerle söndürülemeyeceğini biliyordu. Rejimin amentülerini kabul eden, dönüştürülebilen, bazılarının deyimiyle ılımlılaştırılabilen İslami partilerin hem ABD’nin çıkarlarına aykırı hareket etmeyeceği ve hem de rejime hizmet edebileceği, halktan kopuk ve marjinal yapısıyla büyük sıkıntılar yaşayan rejimin ömrünü uzatabileceği hesaplanarak bu tür partilerin yolu açıldı. Böylelikle Müslümanlar rejimin içine çekilecek, kontrol altına alınacak ve dönüştürülüp zararsız hale getirileceklerdi. İşte Milli Görüş geleneğinden gelenlerin kurduğu Ak Parti böyle bir pozisyondadır. İki dönemdir tek başına iktidarı elinde bulundurmaktadır. Dünyadaki değişim ve gelişmelere paralel olarak özgürlükler alanında bazı adımlar attığı inkar edilemez. Ancak onlarca yıldır gasp edilen temel bazı haklarda ciddi bir adım atılmadı. Ak Parti hükümeti ekonomi alanında önemli hamleler yaptı. İslami kesimlere verdiği milyarlık ihalelerle çoğunu zenginleştirdi. İşte bu noktada rejimin de tasvip ettiği şekilde İslami grup ve cemaatlerde ciddi bir dönüşüm başladı. Rejimin, baskı politikalarıyla onlarca yıl beceremediği, İslamcı bir partinin iktidarıyla kısa sürede başarıldı. Büyüklü küçüklü grup ve cemaatler hiçbir baskının olmadığı, siyasi ve ekonomik değirmenin kolları arasında öğütülüp şekillendirildi. Ne hazindir ki eski koca koca İslamcılardan bir kısmı Ak Partinin ve başbakanın büyüklüğünü ve kerametini anlatmakla zaman geçirmektedirler. Zaten okyanus ötesine karargah kuranlar bu dönüşüme gönüllü olarak teslim olmuş, pastadan en büyük payı kapmışlardı. Sağcısı, solcusu, İslamcısı, İslam düşmanı, Kürtçüsü ve Türkçüsüyle çokları aynı cendereden geçirilip dönüşüme uğradılar. Dolayısıyla bir noktada koalisyon halini aldılar. Kendileriyle aynı koalisyonda buluşmayan, orijinalleriyle var olmak için çabalayan, rejimin amentüsüne karşı çıkan oluşumlara karşı danışma halinde saldırıya geçiyorlar. Görüşleri farklı da olsa tümü aynı dili ve aynı edebiyatı kullanıyor. Bunların tümü; farklı olana, kendileri gibi teslim olmayana karşı saldırıya geçip bütün silahlarını sonuna kadar ateşlemekten kaçınmıyorlar. Son zamanlarda Hizbullah mensuplarının tahliyelerinden sonra şahit olduklarımız bütün bunların en sade yansımasıydı. Her görüşten binin üzerinde insan tahliye edilmişti. Bütün bunların içinde serbest bırakılan Hizbullah mensupları sadece 20 kişiydi. Binin üzerindeki insana ses çıkarmayan kesimler, Hizbullah söz konusu olunca kıyametleri kopardılar. Yalan, iftira ve töhmetlerle televizyon ekranlarını ve gazete manşetlerini işgal ettiler. Özellikle Hizbullah mensuplarının pişmanlıklarını ilan etmeleri ve tövbe etmelerini istemeleri kendilerinin tabi tutulduğu bu dönüşüme ayak uydurulması amacından kaynaklanıyordu. Bunu Marksist örgüt dile getirdiği gibi, demokrat ve liberal geçinenler, Okyanus ötesinden yönlendirilenler ve bazı İslamcılar da dillendiriyordu. Aynı teraneye ayak uydurmada gecikmeyen hükümet, üstüne düşeni hakkıyla icra ediyordu. Eski İslamcı ağabeylerden, şimdi ise değişimi ruhuna kadar yaşamış İçişleri Bakanımız Beşir Atalay Ağabeyin kontrolündeki polisler, rejimin dönüştürmeyi başaramadığı İslami bir camiaya yöneldiler. Siyonist rejim askerlerinin zihinlerde iz bırakan yöntemlerini kullanarak Müslümanlara karşı operasyonlar başlattılar. Bıktırma, usandırma ve teslim alma stratejisini sonuna kadar işlediler. Sudan sebeplerle bazı Müslümanları zindana attırdılar. Bu İslami camiayı teslim alana, dönüştürene ve İslam’ın orijinalinden uzaklaştırana kadar benzeri operasyonları yapmaya devam edecekler. Onlar görevlerini yapmaya devam etsinler. Ancak, kendilerini boşuna yoruyorlar. Bu Müslümanlar; ne ihalelerle, ne parayla, ne politik çıkarlarla, ne medyatik baskılarla, ne polis baskınlarıyla ve ne de zindanlarla hak bildikleri yoldan dönmeyecek ve çizgilerinden vazgeçmeyecekler. Allah’tan başkasına teslimiyeti kabul etmeyen, hareket düsturlarını Kur’an ve sünnetten alan bu İslami camiayı hiçbir müeyyide ve zalimce uygulama yıldıramayacak. Aksine karşılaştıkları zorluk ve sıkıntılar imanlarını arttırıp İslam’a daha fazla sarılmalarına, daha muhkem ve azimli adımlarla hizmet etmelerine yol açacak. Zaten son bir ayda yaşananlar bütün bunları ispat etmiyor mu? M. Emin ÇELİK |