Adı zulüm olan bir rüzgâr esiyordu bu şehirde. Baş döndüren görkemi ve tarihten devraldığı heybetiyle asırların kenti Diyarbakır’ın mahzun saçları zulüm rüzgârlarının önünde biçare ve yorgun düşmüştü. Sadece Diyarbakır değil, Diyarbakır’ın halkı da biçareydi. Şehrin ruhuna dokunan gizli bir el, bu heybetli şehri kötülüklerin içinde boğmaya çalışıyordu. Dışarı çıkan herkes bir daha sağ salim eve dönemeyeceği hissini yüreğinin en derin yerinde taşıyordu. Bir sokak başında, bir apartman kapısında, bir mağaza girişinde ya da ıssız bir geçitte yaklaşan iki kişinin el çabukluğuyla camları siyahlara boyanmış bir arabaya sürüklemeleriyle hayatın rengi birden bire kararabiliyordu. Kaçırılıp bir daha haber alınmayan çok sayıda insanın haberi dolaşıyordu ortalıkta. Kaybolanlar, geri dönüşü olmayan bir girdaba sürükleniyor, başlarına nelerin geldiğini hiç kimse bilmiyordu. İki aylık aradan sonra eşi ve iki çocuğuyla Edirne’den memlekete dönüş yolculuğuna çıkmıştı. İstanbul’dan bindiği Diyarbakır otobüsünün saatler süren yolculuğunun sona ermesine sadece birkaç dakikalık bir zaman kalmıştı. Şehre yaklaştıkça şirin ve doyumsuz şehri saran korkuyu yüreğinde hissetmeye başladı. Huzuru ve mutluluğu acılaştıran, tüketen ve zehre dönüştüren bir korkuydu bu. Şehrin girişindeki trafik noktasında camları karaya boyanmış kırmızı ve beyaz renkli iki araba Cemal’in dikkatini çekmişti. Kırmızı arabadan inen iki kişi otobüsün ön kapısından içeri dalıp yolcuları iyice süzdükten sonra kimseye bir şey demeden indiler. Bu şüpheli bakışlar, Diyarbakır’da yaşayan ya da Diyarbakır’ın havasını teneffüs eden herkeste heyecana yol açmıştı. Herkesin içine kuşku düşürmüştü. Kulaktan kulağa yayılan duyumlarla herkesin haberdar olduğu derin devletin elemanları mıydı bunlar? Otobüsün içinden mi kaçıracaklardı yoksa? Şehri saran acılı havayı teneffüs eden Diyarbakırlıların kuşkuları had safhaya ulaşmıştı. Otobüs şehre doğru açılınca kuşkulu gözlerin yerini hoş bir ferahlık kaplamıştı. Diyarbakır, merhametli bir ana gibiydi Cemal’in gözünde. İki aylık bir ayrılıktan sonra ana kucağına dönüyüor hissini yaşıyordu. “Ah! Memleketimin üzerinde dolaşan kara bulutlar da olmazsa!” dedi kendi kendine. Yanında oturan eşi Ayşe Hanım “Bir şey mi söyledin?” deyince, “Hayır!” dedi Cemal. Ayşe hanımın kuşkulu bakışlarına aldırmaksızın küçük çocuğu Ali Cevher’le oynamaya başladı. Otobüs otogarda durunca bir taksiyle evin yolunu tuttular. Çocuklarla beraber eve çıkıp ana hasreti gideren yılların gurbetçisi gibi derin bir nefes aldı. Bu arada muslukları kontrol eden Ayşe Hanım suyun akmadığını söyledi. Apartman girişindeki su sayacını kontrol için dışarı çıktı. Suyu açıp eve dönecek, güzel bir dinlenecekti. Apartman girişindeki su sayacına baktı. Kapalı olan suyu açtı. Komşularından biriyle karşılaştı. Kısa bir sohbetten sonra komşu ayrılıp apartman kapısından dışarı çıktı. Eve çıkmak üzereyken apartman kapısında iri yarı dört kişi belirdi. İkisini tanımıştı. Şehrin girişinde yolcuları gözden geçirenlerin bizzat kendileriydi. Karanlık bir çukurdan beslenmiş iblisleri andıran iri cüsseli adamları şerre yormuştu Cemal. Adamlardan biri ileri çıkıp; - Cemal sen misin? - Evet! Benim! Siz kimsiniz? - Bizimle geleceksin, dedi. Cemal’in ikinci soruyu sormasına müsaade etmeden kollarından tutup beyaz arabaya doğru sürüklediler. Gitmemek için çırpındığı halde iriyarı adamlarla başa çıkamadı. Arabaya zorla bindirdiler. Arbedeyi fark eden komşu yardıma koştu. Cemal'i alan arabanın harekete geçmesiyle bir şey yapamadı. Peşinden camları siyah kırmızı araba hareket etti. Arabanın arkasına takılan komşu sadece plakasını alabilmişti. Mahallelinin şaşkın bakışları arasında güpe gündüz gencecik bir insanı evinin önünden alıp kayıplara karıştılar. Cemal’i iyi tanıyordu komşuları. Herkesin kabul ettiği İslami kişiliği, olgun ahlakı ve asaletiyle sevgi ve muhabbet kaynağıydı. İki aylık gaybetinde apartman sakinlerini derin özlem sürüklemişti. Oysa çok sevdikleri Cemal, güpegündüz memleketin kalbinde karanlık eller tarafından alıp götürülüyordu. Hukukun, güvenliğin ve insan değerinin hiçbir anlam taşımadığı Orta Afrika ülkelerinden birinde olduğu gibi! Şaşkın komşular Cemal’i kurtarmak için bir şeyler yapamamanın ezikliğini yaşıyorlardı. Ayşe Hanım’ın kapısına dayanan komşu kadınlar tanık oldukları manzarayı anlattılar. Orman kanunlarının geçerli olduğu kentte, karanlık eller tarafından gündüzün ortasında işlenen cinayet karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Ayşe Hanım, acılı haber üzerine gözyaşlarına boğulmuştu. Diyarbakır yine hüzne gömülmüştü. Delikanlılarından biri daha karanlık yarasaların saldırısına uğramıştı. Kalbinin en hassas yerinden yine bir darbe almıştı Diyarbakır. Götürdükleri gibi hiçbir şey sormadan Cemal’in elbiselerini çıkarıp çırılçıplak soydular. Hiçbir şey söylemeden işkence odasına sürükleyip aç kurtlar gibi bedenine yumuldular. En aşağılık ve en iğrenç işkenceleri ardı ardına uygulamaya başladılar. Neye uğradığını şaşırmıştı Cemal. Kimsenin bir şey söylediği yoktu. Anladıkları tek şey işkenceydi zavallıların. - Benden ne istiyorsunuz? Benim suçum ne? dediği halde cevap veren yoktu. Uzun süre devam eden işkenceden sonra bitap düşen yorgun beden direncini yitirmişti. Cemal’i ayağa kaldırıp gözleri kapalı halde ellerini yüksekçe bir yere zincirlediler. Kendini taşımaktan aciz bedenin dayanacağı hiçbir yer yoktu. Takatini yitirmişti. Elleri havada asılı olduğu halde bayılmıştı. Çabucak ölmesini istemediklerinden ellerini çözüp yere bıraktılar. Uzun süre baygın kaldı. Kendine geldiğinde dudakları kurumuş, susuzluktan yüreği parçalanmak üzereydi. Yanına yaklaşan kalın sesli sorgucu alaylı bir tavırla; - Cemal Efendi! Burada ne kanun var, ne Allah var, ne Peygamber var ve ne de kurtuluş ümidi. Yüzde doksan kendini ölmüş bileceksin. Yaşama ihtimalin sadece yüzde ondur. O da senin elindedir. Bildiklerini bizimle paylaşırsan hiçbir şey olmamış gibi seni aldığımız yere geri bırakırız. Aksi takdirde başka hiçbir yolun yok. Yalan söylemen veya bir şeyler gizlemen durumunda sana hiçbir şans verilmeyecek. Doğruları konuşursan anlaşırız, aksi takdirde fazla zaman kaybetmeden işimize devam ederiz, dedi. Cemal, muhataplarının Afrika barbarlarından daha vahşi olduğunu anlamıştı. Onlar, fazla eziyet etmeden öldürürlerdi. Oysa bunlar ölümü bile çok görüyorlardı. Acı çektirerek, eziyet ederek ve dünyasını karartarak ölümün kıyılarında dolaştırıyor, ancak can bedende daha fazla eziyet etmeyi tercih ediyorlardı. Bu yarasaların besin kaynağı zulüm ve işkenceydi. Sistemlerini bunun üzerine bina etmişlerdi. Vurarak, işkence ederek ve insanları korkutarak hükmediyorlardı. Sultalarını bunun üzerine kurmuşlardı. Birileri düşünmeye ve sorgulamaya karar verince akıbetleri Cemal gibi olacaktı. Karanlık mahzenlerde ölümüne işkenceler yaparak, günler sonra kafasına sıkılan bir kurşunla ya da boynuna geçirilen bir kabloyla öldürüyorlardı. Kesinkes uslandıklarına inanılan çok istisnaları lütfedip serbest bırakabiliyorlardı. Ancak yeniden yaşama şansını elde edenler son derece azdı. Karanlık adamların işkenceleri durmaksızın devam ediyordu. Cemal’den elde edecekleri birkaç bilgi kırıntısıyla düzene kafa tutan birkaç kişiyi daha karanlık dehlizlere sokmayı amaçlayan işkenceciler aralıksız yükleniyorlardı. Ancak o, Allah rızasından başka amaçları olmayan ve onlarca yıldır insanlara zulmeden sisteme kafa tutan dostlarının karanlık dehlizlere düşmemesi için eşsiz bir direniş gösteriyordu. Dışarıda Diyarbakır’ı altüst eden yüreği yanık baba, Cemal’in izine rastlayamamıştı. Karakollara, emniyet müdürlüğüne, savcılığa, valiliğe, kısaca aklına gelen her yere uğramıştı. İşi Ankara’ya taşımış, meclise kadar gitmişti. Hiçbir ipucu yoktu. İşkenceler dayanılmaz derecede zorluyordu. Ne can bedenden çıkıyor, ne de ara veriyorlardı. Saatlerce devam eden işkenceler karşısında bir deri bir kemik kalmıştı. Allah’ın yardımı olmazsa zayıflamış beden bir dakika bile dayanamayacaktı. İstedikleri bilgilere ulaşamasalar da ufak tefek bilgi kırıntılarını toplamak için çabalıyorlardı. Kaçırabilecekleri her Müslüman’dan elde edecekleri kırıntılardan bir yerlere ulaşmayı tasarlıyorlardı. Karanlık cehennemde tam 37 gün geçmişti. Her günü yıllara bedel, bitmez tükenmez işkence dolu tam 37 gün. Aşağılık işkencelere bedeninin nasıl tahammül ettiğini, ölümün nasılda bir türlü gelmediğine inanamıyordu. Ancak, Allah’ın elinde olan ölümün O murad etmedikçe gelmeyeceğini çok iyi biliyordu. Karanlık örgüt kendi içinde değişikliklere gitmişti. Eski müdürün tayini çıkmış, Ankara’dan yeni müdür gönderilmişti. Diğerleri gibi işkence ruhlu olan yeni müdür karanlık örgütün Diyarbakır faaliyetlerini yeterince bilmiyordu. İşkence altında ahu vah çeken bir deri bir kemik kalmış insanların arasında dolaştı. Dosyaları birer birer inceledi. Bir ayları geçtiği halde henüz ölmemişlerin zindana aktarılmasını istedi. İşkencecilerin itirazlarına rağmen, göreve yeni gelişi uğruna bunun yapılmasını istedi. İşkencelerin sonunda kafasından yiyeceği bir kurşunla bir kenarda gömüleceğini bekliyordu Cemal. Cezaevine aktarılacağını duyunca bunun bir oyun olduğunu, öldürülmeye götürüldüğünü düşünüyordu. Cemal’le birlikte aynı safhalardan geçirilen iki kişi daha vardı. Onlar da ölüme götürüleceklerini düşünüyorlardı. Buradan sağ kurtulma kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. 37 gün sonra karanlık dehlizden çıkarıldığında ışıkla yüzleşen gözleri sanki daha karanlık bir dünyaya açılmıştı. Işık görmeyen gözler güneşli dünyayla karşılaştığında inanılmaz derecede karanlık bir tabakayla yüzyüze geldiler. Gözlerini birkaç dakikalığına açmada zorlanmıştı. Göstermelik bir manevrayla savcılığa çıkartıp zindanda tek kişilik hücreye kapattılar. Sancılar bedenini baştan aşağı sarmıştı. Yaşadığına, cehennem dehlizinden kurtulduğuna inanamıyordu. Mahzun mahzun dolaşıp Cemal’ini arayan yüreği yanık annesine, babasına ve ağlamaktan gözleri şişmiş eşine nasıl haber ulaştıracağını bilmiyordu. Gardiyanlara söylediği halde hiçbiri yardıma yanaşmıyordu. Nihayet altıncı günde kalbinde insanlıktan küçük kırıntılar bulunan gardiyanlardan biri merhamete gelip yardım etmeyi kabul etti. Babasına çektiği faksla Cemal’in zindanda olduğu haberini verdi. Günlerdir kayıplarının peşinde koşan aile beklenmedik haber karşısında derin bir nefes almıştı. 43 gün devam eden hüzünlü saatler güzel bir sonla neticelenmişti. Savcılığa başvuran baba, oğlunun başına getirilen musibetleri öğrenmek istiyordu. Ancak, 11 gün emniyette kaldığı, ardından zindana aktarıldığı şekilde kayıt düşmüştü devlet. Devletti, tecrübeliydi, her zaman olduğu gibi işlerini kalıbına uydurmayı bilirdi. İnsanın ne değeri vardı ki? Hele Diyarbakırlı ve Müslüman olunca yaşaması veya ölmesi hiçbir anlam taşımazdı. Yeter ki devlet yaşasın, bütün insanlar feda olsa ne yazardı! Tek kişilik hücrede dokuz gününü dört duvarla paylaştı. Hayata kaldığı yerden devam edecekti. Zindanda da olsa çocuklarına iyi bir baba olmaya çalışacaktı. Kendisini toparlayıp işkence cehenneminin bedeninde bıraktığı izlerden bir an önce kurtulmak istiyordu. Annesinin, babasının ve eşinin karşısına boynu bükük, yüreği yaralı ve iskelete dönmüş bir cüsseyle çıkmak istemiyordu. En yakınlarını hüzünlendirmemek, günlerdir kanayan yüreklerini daha fazla kanatmamak için çırpınıyordu. Tek kişilik hücreden üç kişilik koğuşa aktarıldı. Yolları zindana düşmüş iki gençle paylaşacaktı koğuşu. Bir buçuk ay sonra yüz yüze gelebilmişti insani çehrelerle. Koğuştakilerin ikramını kabul edemedi. Oruçluydu. “Akşam birlikte bir şeyler yeriz” dedi. Küçük bir sofranın etrafında toplandılar iftar saatinde. Uzun zaman sonra iki insanla hoş sohbetlerde bulunmuştu. Şükrediyordu Allah’a! Zalimlerin avuçlarından kurtarıp bu güzelliklere kavuşturduğu için. Cuma günkü görüşe hazırlanıyordu. Annesi, babası, eşi ve çok özlediği iki gülünü görecekti. “Şunun şurasında ne kadar kaldı ki!” dedi kendi kendine! Görüşme gününe ulaşmak için büyük bir özlemle zamana asılmıştı. Bu arada bir terslik vardı. İşkenceciler yanlış bir iş yaptıklarının farkına varmışlardı. Görüş gününde, başına gelenlerden, zorla imzalatılan belgelerden ailesini haberdar edecekti. İşkencecilerin bütün hesaplarını altüst edecekti. Bir çuval inciri berbat etme korkusu yeni müdürü derin düşüncelere daldırdı. İlk görevinin başarısızlığına sebep olacak gelişmelerin mutlaka önüne geçmesi gerekiyordu. Yaptığı hatayı bir an önce telafi etmeliydi. Zindanın idaresiyle anlaşmalı gece operasyonu düzenlendi. Operasyona katılan ekipler arkadaşlarıyla birlikte uykuya dalmış Cemal’i sessizce uyandırıp koğuşun dışına çıkarttılar. Ardından zindanın sorgu odalarından birine götürdüler. İşkence cehenneminde günlerce acı çektiren işkencecilerden birinin sesini duyunca kötü niyetlerini anladı. Gözünü kapatma isteklerine karşı çıktı. Aralarında arbede başladı. Sert bir cisimle kafasına vurup bayılttılar. Oluk oluk kan boşalıyordu kafasından. Boynuna geçirdikleri kabloyla boğup sessizce koğuşa götürdüler. Kemerini boynuna geçirip ranzaya bağladılar. İntihar görüntüsü verip koğuştan ayrıldılar. Yedikleri akşam yemeğine katılan ilaç koğuş arkadaşlarının derin uykuya dalmasına yol açmıştı. Güneş yükseldiği halde bir türlü uyanamıyorlardı. Sayıma çıkan zindan görevlilerinin kapıyı uzun süre çalmalarıyla derin uykudan uyanan gençler kan içinde kalmış cansız bedenle karşılaştılar. Feryad-u figanı bastılar. Koğuşa akın eden zindan görevlileri raporlarını hazırlayıp “intihar etti” şeklinde not düştüler kayıtlara! Acı haber üzerine hastaneye koşan yüreği yanık annesi, babası ve eşi kanlar içindeki bedenle karşılaştılar. Evinin önünden devletin örgütü tarafından kaçırılan Cemalin kanlar içindeki cansız bedeni devletin bir hastanesinde ailesine takdim ediliyordu. Devletti, en iyisini bilirdi, öyle uygun görmüş, öyle yapmıştı. Ne yakasına yapışanı vardı, ne hesap soranı… Zalimlerin ağır hesaplardan geçirilip ebediyen Cehennemde yanacağı ahirete de inanmıyordu… Gençliğinin en güzel günlerini biricik sevdası olan davasına hediye ve canını İslam’a feda eden güzel insan! Ruhun şad, şehadetin kutlu olsun. Abdullah ŞAFAK |