Evinin
güneşe açılan balkonunda bir iskemleye oturmuş, soğuk bir kış gününün Batıya
kayan son güneşinin ışınlarının karşısında çayını yudumluyordu. Tepesinde
halkalanan sigara dumanı iki metre yükseklikte havaya karışıp kayboluyordu. Batı
tarafına kayan güneş karlı tepelerin arkasına doğru yoluna devam ediyordu.
Bahçenin bir köşesinde koşuşturan beş ve yedi yaşlarındaki torunlar körebe
oyununa iyice kaptırmışlardı kendilerini.
Balkonun hemen karşısındaki bahçe kapısının hafifçe aralandığını fark etti.
Güneşin son ışıklarıyla karşı dağların tepesinde parıldayan karlara dalan
gözleri aldırmadı. Birkaç saniye sonra gözlerini bahçeye yönelttiğinde 70’lik
Semiha ananın ağır aksak bahçenin ortasından evin kapısına doğru hareket
ettiğini fark etti. Şaşkınlık içinde:
-Semiha ana! Sen misin? Buyurun! Sesini yükseltip çocuklarına seslendi;
-Çocuklar, Semiha anaya yardım edin, dedi.
-Vakit çok geç, içeri gelmeyeceğim. Sana bir işim düştü muhtar!
-Buyurun! Ne işi? Neden zahmet ettin? Haber gönderseydin ben gelecektim!
-Perşembe günü oğlumu bırakıyorlar. Yıllardır hasretiyle tutuştuğum ciğer parem
zindandan çıkacak. Kızımla birlikte getirmeye gideceğiz.
-Sen gidemezsin ana! Hem hasta hem de yaşlısın! Çocuk değil ya, kendisi çıktığı
gibi eve gelir! Bu halinle bir yere gidemezsin!
-Hayır muhtar! Gitmem lazım! Babası öyle vasiyet etmişti.
-Peki benden ne istiyorsun?
-Elimiz çok dar. Bize para lazım!
-Ne kadar?
-500 lira. Kızım öyle söyledi!
-Bu kadar parayı ne yapacaksın Semiha Ana?
-Yola gideceğiz. Oğlumun elbiseleri eskimiş, ona elbise alacağım…
-Paramı nasıl ödeyeceksin?
-Merak etme! Oğlum çalışıp paranı ödeyecek!
-Oğlun nasıl çalışacak? Önce iş bulması lazım! Zaten hayırlı evlat olsaydı yaşlı
anasını bırakıp kanunsuz işlerin ardına düşmezdi! Gitmekten vazgeç Semiha Ana!
Orası çok uzak! Öldüğünde arkanda Yasin okumayan evlattan ne hayır gelir? Sana
uzun süredir mektup bile yazmıyor!
-Ben ona helal süt emzirdim Muhtar. O benim oğlum! İki tane keçim var. Onları
satar paranı veririm!
-Madem gitmekte kararlısın sabahleyin istediğin parayı gönderirim.
Zor bir yolculuktu. Köyden, ilçeye, oradan vilayete, oradan başka bir şehre,
oradan da Bayburt’a saatlerce süren yolculuğun her anı eziyet vericiydi.
Hastaydı, dizlerinde ve belinde şiddetli ağrılar vardı. Evlat hasretiyle tutuşan
yüreği sıkıntı ve ağrılara karşı şiddetli direnişe yol açıyordu.
Uzun yolculuk, beden ağrıları, yaşlılık ve yorgunluk Semiha Ana’nın bedeninin en
küçük hücrelerinde bile etkisini göstermişti. Sabah güneşiyle birlikte otogarda
indiğinde ağızdan çıkan nefesin derhal şekil değiştirdiği kışın keskin soğuğu
yüzüne çarpınca bedenini garip bir titreme aldı. Ayakları gövdesinin altında
cansız heykellere dönüşmüştü. Güçlükle yürüyebiliyordu. Uzun bir zamandan sonra
oğluyla buluşacak, bağrına basacak, onun kollarında eve dönecekti. “Bütün
bunlara değer” diye geçirdi çileli hayatın altında yaşam mücadelesi veren yorgun
zihninden!
Annesinin yürümede zorlandığını fark eden Nurcan Hanım, araba kiralamak zorunda
kaldı. Normalde arabaya verecek paraları yoktu. Hayatları hep fukaralığın
sahillerinde geçmişti. En küçük para birimi bile değerliydi onlar için.
Birkaç dakika sonra rüyalarını kabus gibi yaran koca zindana ulaştılar. Arabadan
inen yaşlı kadın zindan kapısına yöneldi. Serkan’ı kapının hemen arkasında
zannediyordu. Annesinin kolundan tutan Nurcan Hanım zindan duvarının dibine
çekti. Çantasından çıkarttığı örtüsünü yere serip annesini oturttu. Yerleri taş
gibi katılaştıran don henüz çözülmemişti. Bu yabancı memlekette ne
yapabilirlerdi ki? Ne sığınacak kimseleri vardı, ne başlarını koyacak yerleri.
Birkaç dakika sonra buzları çözülmemiş toprağa oturan anneyi korkunç bir titreme
sardı. Nurcan Hanım da üşüyordu. Zindan nöbetçisinden sandalye istedi. Zindanın
soğuk ve anlamsız ruhu yüzünde anlamsız şekillere yol açmış nöbetçi kaşlarını
çatıp “yok” anlamında kafasını salladı.
-Beyefendi rica ediyorum… Uzak yerlerden geldik. Annem çok hasta! Birkaç
dakikalığına ısınmasına izin verin!
Hafifçe başını kaldıran nöbetçi, kaşlarını kaldırıp “yok” anlamında kafasını
salladı.
Taş kalpliydiler, yaşlı bir kadına acımayacak kadar da merhametsiz!
Üşüdüğü halde pardösüsünün altından kazağını çıkarıp annesine giydirdi. Bir
dakika geçmeden şiddetli bir titreme sardı. Hareket edip karşı koymak için
çabaladığı halde hücrelerinin derununa yansıyan soğuğun şiddeti kalbine
işlemişti. Annesine yaklaşan Nurcan Hanım, şehre gitmeyi burada bir camiye ya da
başka bir yere sığınmayı teklif etti. Ancak gözünü zindan kapısından ayırmayan
yaşlı kadının burayı terk etmeye niyeti yoktu. “Sen git kızım! Ben Serkan’la
birlikte gelirim!” dedi.
Dayanılacak gibi değildi. Nurcan Hanım, annesinin yanına sokuldu. Anne kız,
birbirlerine dayanarak iliklere kadar işleyen soğuğa karşı koymaya başladılar.
Her dakikası azaba dönüşen bekleme saatleri çoğaldıkça kadınların bedeni
dayanıklılığını yitiriyordu. Hasta annesini zindan kapısında kaybedeceğinden
korkan Nurcan Hanım, kendisinden çok annesinin derdine düşmüştü.
İkindi ezanının sesi misafirlerine bu derece duyarsız kalan şehrin tepelerinden
yükselirken Serkan’dan hiçbir haber yoktu. Giren çıkanlar hep başkalarıydı.
Çelimsiz bedeni duyarsız bir yığına dönüşen Nurcan Hanım umutlarını yitirmeye
başlamıştı:
-Anne belki bırakmaktan vazgeçmişler! dedi.
-Hayır kızım! Serkan’ımı bırakacaklar. Onu almadan buradan gitmem!
Bir duvar dibinde yaşam mücadelesi veren anne ile kızının ayakları çalışamaz
olmuştu.
Bu arada zindanın önünde bazı hareketlenmeler başladı. Çoğu gençlerden oluşan
7-8 erkekle iki kız arabalarını park edip zindan kapısının önünde toplandılar.
Kimi zaman sesleri yükseliyor, kahkahalarla gülüyorlardı. Aradan fazla bir zaman
geçmeden, zindan kapısı bir kere daha açıldı. Elindeki bavuluyla Serkan, zindan
kapısında belirdi. Serkan’ı görmesiyle şok yaşayan yaşlı kadının dili
kilitlendi. “Serkan’ım” diye bağırmak istedi, yapamadı. Kalkıp Serkan’a doğru
koşmak istedi, ayakları izin vermedi. Yerinden doğrulan Nurcan Hanım hiçbir şey
hissetmediği ayaklarının üzerinde durmak isterken yere yuvarlandı. Uyuşan
ayakları bedenini taşıyamıyordu. Yerinden doğrulup annesini kaldırmaya çalıştı,
başaramadı. Ne yapacağını bilemiyordu. Ne kendisi gidebiliyordu, ne annesi!
Zindanın önünde bekleyen gençler Serkan’ın etrafında toplanıp slogan atmaya
başladılar:
-Yaşasın devrimci direnişimiz! Tek yol devrim! Bıji Kürdistan!
Gençlerin arasına karışan Serkan, sol elini kaldırıp sloganlara katıldı.
Annesini kaldırmaya çalışan Nurcan:
-Ayağa kalk anne! Serkan’ın yanına gideceğiz!
Bütün çabalarına rağmen yerinden kaldıramadı. Ayaklarındaki uyuşukluktan
kurtulamayan Nurcan Hanım duvara tutuna tutuna Serkan’a doğru hareket etti.
Gençlere karışan Serkan sloganlar arasında arabalara doğru yürüyordu. Serkan’ı
durdurmak için çabalayan Nurcan Hanım;
-Serkan Abi! Serkan Abi! Serkan Abiiii!
Nurcan Hanımın sözleri sloganların ses duvarına çarmış, hedefine ulaşamamıştı.
Göz göre göre uzaklaşıyordu Serkan. “Allah’ım!” dedi. Bir şeyler yapmalıydı.
Tutunduğu duvardan ellerini çekip Serkan’a doğru koşmaya çalıştı. Ayaklarının
uyuşukluğu izin vermedi. Bir kez daha yere yuvarlandı. Sloganlar kesilmiş,
Serkan arabaya iyice yaklaşmıştı. Duvara tutunan Nurcan Hanım şiddetlice
bağırdı:
-Serkan! Serkan! Serkan Abiii! Annem burada. Annemi bırakıp nereye gidiyorsun?
Nurcan Hanım’ın gür sesi Serkan’ın kulaklarında yankılandı. Tanıdık gelmişti.
Kafasını kaldırıp sese yöneldi. Nurcan Hanımla göz göze geldi. Duvar dibinde
oturmuş çaresiz bakışların arasından yorgun ve hasta gözleriyle hasretine
yönelerek sağ elini kaldıran annesini gördü. Elini hafifçe kaldırıp annesine ve
Nurcan Hanım’a salladı. Bir daha onlara bakmadan arabaya binip uzaklaştı. Nurcan
Hanım’ın:
-Serkan! Serkan Abi! Annemi bırakıp nereye gidiyorsun! sözleri havada
yankılanırken, birkaç saniyede gözlerden kaybolmuştu. Gözlerinden yaşlar boşalan
Nurcan Hanım çaresizce ve ümitsizce annesine yöneldi. Yere yığılan yaşlı kadın
inliyordu. Sağ elini uzatmış dudaklarından boşalan nefesin arasından “Serkanım,
Serkanım!” mırıltıları dökülüyordu…
Abdullah ŞAFAK
|