Uzun
yıllar sonra bindiğim otobüs şehrin içine daldığında garip bir şaşkınlıkla
sarıldı duygularım. Büyük bir değişim geçmişti şehir. Fakir, dökük ve yorgun
çehresi ağır bir makyaj geçirmişti. Modern görüntü epeyce sırıtıyordu.
Geleneksel, sıcak ve insanı bağrına basan güzellik dilberi şehrin yüzünü dev
apartmanların yükseldiği soğuk bir çehre almıştı. Yine de bu koca şehrin derin
sevgisini içimde taşıyordum.
Arkadaşım Yusuf’la epeyce dolaştık. Görkemli kaleler gibi tarihten bugüne
yansıyan ve gövdeleriyle dimdik uzanan surları gezdik. Eskiden olduğu gibi
kitapçılara uğradık. Yeni çıkan kitapları karıştırdık. Şehre varışımın üçüncü
gününde misafirliği noktalamak isterken Yusuf bırakmadı. Biraz daha kalmamı
istedi. Cuma akşamıydı. Ramazanlarda mezarlığa uğrayıp yakınlara birer fatiha
okuduklarını söyleyince iyice dinlendikten sonra iftara bir iki saat kala
mezarlığa uğradık. Bir iki akrabasının kabrinde dua ettik. Yusuf, başkalarına
uğrarken yanından ayrılıp mezarların arasından yürüdüm. Önüme çıkan mezar
taşlarındaki yazıları okuyor fırsat buldukça da fatiha okumayı ihmal etmiyordum.
Bir kabrin başucunda oturmuş üzerinde çarşafı bulunan yaşlı bir kadının derin
derin ağladığını fark ettim. İyice yaklaştım. Anneme benziyordu. Önünde oturduğu
mezara yönelip fatiha okudum. Yaşlı kadının içten gelen ağlamaları duygularımı
epeyce yumuşatmış neredeyse ıslatmaya başlamıştı. Beni fark eden kadın ağlama
tonunu biraz düşürdü. Elindeki mendille gözyaşlarını sildi. Fatiha okumamdan
memnun olmuş ruh haliyle hafiften başını kaldırıp bana baktı.
-Allah Rahmet etsin” dedim. Yutkunduktan sonra;
-Sağ ol evladım! dedi.
-Bu kimin mezarı anne?
-Oğlumun! dedi. Yine bir hıçkırık tuttu. Üzerinde yazı bulunan mezar taşı benim
tarafımda olmadığından merakımı gidermek için sormayı tercih ettim:
-Peki oğlun ne zaman vefat etti?
-Tam 20 yıl önce vurdular oğlumu. Şehit ettiler!
Epeyce dikkatimi çekmişti bu ifadeler. 20 yıl önce oğlunu kaybetmiş. Oysa yeni
ölmüş gibi ağlıyordu. Üstelik ölüme başkaları sebep olmuş. Hatta şehid olduğunu
söylüyordu . Merakım büsbütün artmıştı. Sıradan bir olay değildi bu! Ortada
insanın içini yakan ağlayışıyla bir anne ve önünde başkalarının hayatına son
verdiği oğlunun mezarı vardı. Meraklı bakışlarla sormaya devam ettim:
-Kim vurdu oğlunu?
Hıçkırıklar ağlamalara karışmıştı. Benden kurtulmanın mümkün olmadığını anlayan
yaşlı kadın derin bir iç çekip anlatmaya başladı:
-İki oğlum vardı. İkisini de helal sütle büyüttüm. Çocuklarımı abdestsiz
emzirmedim. Haram lokma yedirmedim. Kötü söz ve küfür öğrenmemeleri için sokağa
bırakmadım. Elimde, avucumda büyüttüm. Camiden eve, evden camiye gidip gelirdi
çocuklarım. Hayatlarında bir karıncayı bile ezmediler. Kimseye kötü bir söz
söylemediler. Büyük oğlum Ahmet, her zamanki gibi akşam namazından sonra camide
kalıp çocuklara Kur’an dersi veriyor. Ders bittikten sonra camiden dönerken
yanına yaklaşan üç kişi silahlarını çekip Ahmed’ime ateş ediyorlar. Karşı
komşumuz da oradaymış. O anlattı. Zaten Ahmed’imin camiye gitmekten başka bir
suçu yoktu. O gün bugündür Ahmed’imin yanına gelip ağlıyorum…
Yaşlı kadın yine ağlamaya başladı. Biraz bekledikten sonra meraklı sorularımdan
birini daha sordum;
-Peki, öbür oğlun nerede?
Başını kaldırıp benim tarafıma hafifçe baktı. Gözlerindeki yaşları bir kez daha
silip anlatmaya devam etti:
-Öbür oğlum Ahmed’in küçüğüdür. Muhammed’imdir. O da abisi gibi camiye
gidiyordu. Hayatı ev ile cami arasında geçiyordu. Hayatında kahveye uğramadı.
Kimseye kötü bir söz söylemedi. Ahlak ve edebinden dolayı sokakta yürürken önüne
bakarak yürürdü. Gencecik olduğu halde etraftaki yaşlılar bile ondan utanırdı.
Hiçbir suç işlemediği, hiçbir yere gitmediği halde bir gece kapımızı polisler
çaldı. Gece namazını kılmak için uyanmış olan oğlumun ellerini kelepçeleyip
götürdüler. Epeyce eziyet ettiler. Yalan ve iftiralarla Muhammedimi zindana
attılar. Bir daha bırakmadılar. On iki yıldır Muhammed’im zindanda kalıyor.
Babasıyla birlikte fırsat buldukça ziyaretine gidiyordum. Yapılan zulümlere
tahammül edemiyordu babası. Fidan gibi büyüttüğü iki oğlundan birinin vurulması,
diğerinin zindana atılması ağır geliyordu. Fazla dayanamayan babası yedi yıl
önce vefat etti. Beni yalnız bıraktı. Hasta ve yaşlı halimle fırsat buldukça
Muhammedimi ziyarete gidiyordum. Cuma akşamları da Ahmed’imi ziyarete
geliyordum. Altı ay önce yine Muhammed’imi ziyarete gittim. Zindanda yoktu. Uzak
bir yere gönderildiğini söylediler. Ordu’ya gönderilmişti. Bunu duyunca
ayaklarım tutmaz oldu, yere yıkıldım. Muhammed’imi de Ahmed’im gibi benden
aldılar. Hasta, yaşlı ve tek başıma kala kaldım. Altı aydır göremiyorum
Muhammed’imi. Onun hasretiyle yanıyorum. Cuma akşamları buraya gelip Ahmed’imle
konuşuyorum. Derdimi ona açıyorum. Dua ediyorum. Elimden bir şey gelmeyince bol
bol ağlıyorum. Karanlık basınca eve dönüyorum. Muhammed’in özlemi yüreğimi daha
fazla yakınca Perşembeyi beklemeden buraya gelip saatlerce ağlıyorum…
Yaşlı anne elindeki mendili yüzüne götürüp gözyaşlarını silmeye çalışırken
hüngür hüngür ağlamaya başladı. Gözlerim dolmuştu. Mendilimi çıkarıp
gözyaşlarımı sildim. Kafamı çevirdiğimde Yusuf’un arkamda oturduğunu, onun da
gözlerini sildiğini fark ettim. Yaşlı anne ağlamaya devam etti. Durmaya niyeti
yok gibiydi. Sessizce kalkıp Yusuf’un kolundan tuttum. Hiçbir şey söylemeden
gözlerimden yuvarlanan sımsıcak yaşlarla oradan uzaklaştım…
Abdullah ŞAFAK
|