Karanlık,
korkunç gecelere açılan kapıydı. Güneş bütün ihtişamıyla kuşatıp ruhuna nüfuz
ettiği şehrin üzerinden çekildiğinde, gece karanlığında çalışanların altın
saatleri başlıyordu. Gündüzün uyuklayan gözler ve rahata yönelmiş gönül gecenin
derununun uyanık sakinleriydi.
Isınma imkânını alıp götüren soğuk kış sona ermiş, gecelere uykusuz giren
gözlerin fazla da ilgili olmadığı bir sıkılganlıkla bahar kendini iyiden iyiye
hissettirmeye başlamıştı. İlgili ilgisiz herkesin fark edebileceği şekilde yeni
yeni yeşeren ağaçlar şehrin kokusuna ve görüntüsüne iyice nüfuz etmişti. Ancak
büyük kederleri olanların zihinleri başka yere kilitlendiğinden bütün bu
değişimlere umursamaz gözlerle bakıp aldırmadan geçip gidiyorlardı.
Ülke ikinci Moğol istilasına teslim olmuş bir görüntü veriyordu. Bu sefer İslami
kimlikleriyle tanınanların kıyametiydi. Gündüzün iç açan parlak ışıkları altında
şehirde kısmi bir emniyet hâkimdi. Geceleri ise baskın saatleriydi. Gündüz
keşfedilen evler, geceleyin bir bir basılıyordu. Kimi yerde doğrudan infazlar
yapılıyor, eş ve çocuklarının gözü önünde gencecik insanlar kurşunlanıyordu.
Baskınlarda insani hiçbir değer gözetilmiyordu. Hakaretler, küfürler ve dövmeler
en sıradan davranışlardı. Bütün bunlar ilk baskın anlarında başlıyordu.
Kelepçeledikten sonra polis arabasına bindirilenlerin sağ salim döneceğini kimse
garanti edemiyordu. İstisnasız polisin götürdüğü herkesi şiddetli bir işkence
bekliyordu. Hiçbir suçu olmazsa da taşıdığı İslami kimlik işkence için yeterli
sebepti.
Aylardır ekonomik sıkıntı içinde yaşıyorduk. Uzun süredir ailelerimizle
irtibatımız yoktu. Kahvaltılarda çökelek cinsinden ucuz bir peynirden başkasını
alamıyorduk. Yemeklerde de piyasanın en ucuz mahsulü patatesi aşamıyorduk.
Olacaklara kendimi hazırlamaya çalışıyordum. Ancak, diliyle söylemezse de
konuşma ve hareketlerinde eşimin tedirginliği açıkça görünüyordu. Geceleyin evin
yakınlarından geçen her araba irkilmesine yol açıyordu. Hassasiyeti
fazlalaşmıştı. Bütün ısrarlarıma rağmen uyuyormuş gibi yapsa da baskın korkusu
uyumasına izin vermiyordu.
Şiddetli yokluk içinde çocuklar epey zayıflamıştı. Çoğu zaman yemek pişirme
imkanı yoktu. Bütün bunlar hayatın tabii bir parçası haline gelmişti. Ancak 2000
yılının Kurban Bayramında yaşadıklarımızı bir ömür unutamayız. Özellikle yiyecek
sıkıntısından dolayı zaaf yaşayan çocukların unutması mümkün değildi. Kurban
Bayramı sabahı istisnasız bütün komşular, apartmanın önündeki boşlukta
kurbanlarını kestiler. Bir müddet sonra etlerini alıp evlerine çıktılar. Balkona
çıkıp kebap için kömürleri ateşleyip köz haline getirdiler. Etlerin közle
buluştuğunda çıkarttığı öldürücü koku insanın içini kemiriyordu. Çocuklara
getirilen hiçbir bahane apartmanı saran kokuyu perdeleyemiyordu. Pencereleri
kapattığım halde bütün inatçılığını kullanan kebap kokusu yakamızı bırakmamak
için diretiyordu. Etlerini kapımızın önünden taşıdıkları halde komşulardan hiç
biri, apartmanın kurban kesmeyen tek evi olan yuvamıza bir parça kurban eti
vermeyi düşünmedi. Ancak içimize hançer gibi işleyen kokusundan istifade
ettirmekten de kaçınmadılar.
Kimi zaman artıp eksilse de misafirsiz kalmıyordum. Birkaç gündür bir misafirim
vardı. Bir yolunu bulmuş, çocukları annesinin yanına göndermişti. Aslında
çokları için bu da çözüm değildi. Medyadan boşalan yalan ve iftiralar kimi
ailelerde doğrudan çocuklara hakaret edilmesine sebep oluyordu. Verilen bir
parça ekmek çoğu zaman burunlarından getiriliyordu.
Gün boyu güneşin okşadığı pencerelerimizi bu kez karanlık sarmıştı. Akşam soğuk
ve öfkeli çehresiyle İstanbul’un üstüne çöküverince bu gecenin diğer gecelerden
farklı olacağı hissi içimi kemirmeye başladı. Ancak Allah’a olan inanç, Allah
için yapılanlardan dolayı suçlanma ve yapılan büyük iftiralar çoğu şeyleri
normalleştiriyordu.
Misafirimin çehresinde hafif bir tedirginliğin dalgalandığını hissettim. Yüzüne
dikkatlice bakılmadan anlaşılmayan ince ter taneciklerine şahit olmam, bu
gecenin farklı olacağıyla ilgili hislerimi güçlendirmişti. Dağ gibi sarsılmaz
imanı vardı İbrahim’in. Tek rahatsızlığı hak etmediğimiz halde bunca yalan ve
iftiralara maruz kalmamızdı.
İslam düşmanlarının eline düşüp hakarete uğramaktan ve aşağılanmaktansa çarpışa
çarpışa ölmeyi arzuluyorduk. Küçük bir tabancadan yoksun oluşumuz bu imkanı
elimizden alıp götürüyordu.
Her ikimizde de o geceye has kelimelerle tarif edilemeyecek ölçüde küçük bir
tedirginlik vardı. Birbirimizin gözlerinden bunu okuyabiliyorduk. Ancak
hiçbirimiz bununla ilgili konuşmuyorduk.
Her zamanki gibi erkenden uyuduk. Gece namazına kalktığımızda ortamda bir
değişiklik yoktu. Çocukların odasına vardığımda eşimin uyanık olduğunu fark
ettim. O gece yüzünde farklı bir tedirginlik vardı. Bu ruh hali, pencereye yakın
bir yerde saatlerce oturmasına yol açmıştı. Elinde tespihi küt küt atan kalbiyle
akşamdan beri zikir çekiyordu.
Her zamanki gibi gece namazını kılmış, sabah ezanını beklerken cüzümüzü
okuyorduk. Şehrin üstüne çöken gecenin sessizliğinin ezanla yarılacağına
kulaklarımız kilitlenmişken gürültüden sayılarının fazla olduğu anlaşılan araba
sesleri duyuldu. Çocukların odasına girdiğimde heyecanlı ve benzi atmış şekilde
ayakta bekleyen eşim “Polis!” dedi. İkinci bir kelimeyi telaffuz edemedi. Sakin
olmasını, heyecanlanacak bir şeyin olmadığını söyledim. Perdenin ardından
baktığımda çok sayıda polis arabasının apartmanın önünde durduğunu fark ettim.
Misafirimin kaldığı odaya geçip “Polisler geldi!” dedim. Hiçbir tedirginlik
hissine kapılmadan yarım kalan sayfasını bitirip Kur’an’ı kapattı.
–Keşke bir silahımız olsaydı da bu zalimlerin eline düşmeseydik, dedi.
–Maalesef bir şeyimiz yok, dedim.
Bu esnada kapımız şiddetlice vuruldu. Gürültünün fazlalığı çocukların uyanmasına
sebep oldu. Nefeslerini tutmuş şaşkın şaşkın etrafa bakınıyorlardı. Kapıya
yaklaşıp:
–Kim o? diye sordum.
–Polis! Kapıyı aç!
–Biraz bekleyin! Giyinip açacağım! dedim.
–Acele kapıyı aç! dedi, gür bir ses!
–Bir iki dakika bekleyin. Açacağım! dedim.
Bir saniye bile beklemeden birkaç hızlı darbe ile kapıyı kırıp içeri daldılar.
Moğol askerleri gibi önlerine çıkan her şeyi kırıp geçiriyorlardı. Üzerime gelen
iki kişiden biri silah dipçiğiyle kafama vurup;
–Olduğun yerde yat! Herkes yere yatsın! dedi.
Dipçikle kafama bir tane daha vurup beni yere attılar. Kapıya çıkan İbrahim;
–Allah düşmanları! Bir iki dakika sabredemediniz mi? Bu evde kadın ve çocuklar
var! Sizde insanlıktan zerre yok mu? Dedi.
İbrahim’e yönelen birkaç kişi üzerine çullandılar. Aralarından büyük bir
kahraman gibi sıyrılan İbrahim polislerden ikisini yere serdi. Yerdekilerden
biri silahını doğrultup İbrahim’i kurşun yağmuruna tuttu. “Allahuekber!” deyip
yere yuvarlandı.
Ellerimi sıkıca tutmuş kelepçelemeye çalışıyorlardı. “Korkaklar! Neden silahsız
insanlara ateş ediyorsunuz?” dediğimde ellerim kelepçelenmişti. Yere yuvarlandı
İbrahim! Yakınlarıma düşmüştü. Polislerden biri sırtıma bastığı halde hafifçe
sürünüp İbrahim’e yaklaştım;
–İbrahim! Durumun nasıl? Diye sordum!
–Hakkını helal et Abdullah kardeş! Bu zalimlerin eline canlı düşmemek için dua
etmiştim. Allah duamı kabul etti. Ancak, çok arzuladığım halde başka bir
isteğime kavuşamadan gidiyorum. Onu benim için yerine getirir misin? dedi.
–Elimden geleni yapacağım! Dedim. Sırtıma basan polis;
–Konuşmayı kesin lan! dedi. Bu arada İbrahim:
–Rehberimizin şehadetinden sonra, yeni rehberimize biat etmek için can
atıyordum. Bir türlü nasip olmadı. Benim yerime biat eder misin?”
–Niye olmasın! Allah ömür verirse bunu yapacağım! Dedim.
Bu arada çocuklarımın ağlayışı binada yankılanıyordu. Silah seslerinden benim
vurulduğumu zannetmişlerdi.
–Ağlamayın çocuklar! diye bağırdım. Başımı İbrahim’e yöneltip;
–İbrahim! Sen de benim bir isteğimi yerine getirebilir misin? Dedim.
Cevap vermedi. Çok geç olduğunu anlamıştım. Bir kez daha denedim:
–İbrahim! İbrahim! İbrahim! Beni duyuyor musun?
Ruhunu teslim etmişti İbrahim. Yıllar sonra da olsa İbrahim’e verdiğim sözü
tutup isteğini yerine getirdim. Onun adına rehberin elini tutup biat ettiğimde
İbrahim’in mazlumca şehadeti bir kez daha gözlerimin önünde canlanıverdi.
Abdullah ŞAFAK
|