Hayatının
en zor geçesini geçirmişti. Bedenindeki tarifsiz acı şekilsiz bir nesne gibi
içinde gezinirken, ölümün yaklaştığına iyiden iyiye inanmaya başlamıştı. Oysa
ölümün hep başkaları için olduğunu düşünürdü. Birileri öldüğü zaman, alaylı bir
bakış yöneltir, "Sen de ayrıl dünyamızdan!" dercesine arkasına bakmadan yürürdü.
En son beş yıl önce eşini kaybettiğinde ölümün yakınlarına kadar geldiği
düşüncesi bir an için zihninde canlanmış, derin düşüncelere sürüklenmesine sebep
olmuş ancak kısa sürede bunları zihninden temizlemeyi başarmıştı. Ancak dünyanın
en meşhur doktorlarının bile çare bulmada aciz kaldığı hastalığın avuçlarına
düşmesi Fabrikatör Fermani Bey'i ilk defa bu derece çaresizliğin çözüm
bulunamayan gerçekliğiyle yüzleştiriyordu. Paranın sonsuz gücünün iflasını,
yılbaşı kumarında her şeyini yitiren bir kumarcı gibi bizzat yaşayarak
görüyordu.
Her gün büyük bir iş adamı edasıyla düzenli uğrayıp teftiş ettiği fabrikalarına
bu kez çaresi bulunmayan bir hastalığın esiri olarak bedenini taşımakta zorlanan
dizlerle uğramak zorunda kalıyordu. Onlarca yılını harcayarak inşa ettiği koca
fabrikaların bacalarının onsuz tüteceği düşüncesi içindeki yangını daha fazla
körüklüyordu? O da mı terk edecekti "bizim" dediği dünyayı...
Nereye gidecekti? Yok oluş karanlığına mı? Yoksa başka hayatın olduğunu
söyleyenlerin dünyasına mı?
Ağrıkesiciler de olmazsa bir an bile dayanamayacaktı en küçük merhamet
gösterisinden yoksun acılara. Ölümden fazlaca korktuğunu daya iyi anlamaya
başlamıştı. Hayatında hiç hesaba katmadığı ölüm düşüncesi zihnini kurcaladıkça,
bunun ruhunu sıkan bir işkence aleti gibi her geçen gün daha fazla eziyet
ettiğini hissediyordu. Son günlerde fabrikalarına uğramaz olmuştu. Derin ve
korkunç düşünceler sara nöbeti ardı ardına zihnini işgal ediyordu. Ev, sokak,
fabrika, her yer sıkıntı veriyordu.
Saat 10 civarıydı. Koca köşkte özel zevkine göre yetiştirdiği gül, çiçek ve
ağaçlardan müteşekkil envai türlerin bitkilerin bulunduğu bahçeye çıktı. Havuzun
kenarındaki sandalyede oturdu. Zihnini kurcalayan düşünceler bastırınca dışarı
çıktı. Kaldırımları bir müddet adımladı. Köşebaşındaki evin önünde ölüler için
hazırlanmış çelenkler duruyordu. Duvarda ölenin resmi vardı. Uzaklardan
tanıştığı Melih Bey’in resmiydi bu. Kendisi kadar olmazsa da şehrin
zenginlerinden sayılırdı. Ağır bir yutkunmanın ardından geri dönüp hızlı
adımlarla uzaklaştı. "Demek sıra zenginlerde" dedi.
“Bu ölüm nereye götürüyor insanları?” sorusu fazla da düşünmeden
dudaklarından döküldü. Arabasına bindi. Kol ve bacaklarının halsizliği ve
ağrılarının şiddeti sürmesine izin vermedi. Şoförünü çağırttı. Şehrin dışına
doğru sürmesini istedi. Kafasını kurcalayan düşünceler bir kabus gibi yeniden
belirmişti. Bunca zenginliğin arasında Nazi kurbanları gibi ölümünü beklemek
zorunda kalışına nasıl tahammül edeceğini bilemiyordu. Bir kurtuluş yolunun
kalmadığına inanmıştı. Her geçen gün hücrelerinin daha fazlasına sirayet eden
hastalığın zamanını daralttığını hissediyordu. Ölümün ötesini anlamlandırmaya
çalışıyordu. En azından bir yok olmama yolunu bulabileceğini düşünüyordu. Bunu
kimden öğrenebilirdi. Ya da yok olmamak için neler yapabilirdi? Parayla olsaydı
bütün varını dökmeye hazırdı.
Sıkıntı kalbini sıkarken iki yıl önce işten kovduğu İbrahim Efendi geldi aklına.
Fabrikasında bekçiyken, "Namaza dalıp görevini ihmal ediyorsun" diyerek
defalarca adamı azarlamış, namazı terk etmesi için baskı yapmış, hakaretlerde
bulunmuş, başarılı olmayınca da işten kovmuştu. Kendisine yapılanlara tahammül
edemeyen İbrahim Efendi “Bu işin bir de öbür tarafı var. Hesap gününde hakkımı
senden alırım!” deyip ayrılmıştı. İbrahim Efendinin tepkisine karşın “Ha ha ha,
hangi hesap günü? Bu saçma şeylere senin gibi enayilerden başkasının inanacağını
mı sanıyorsun?” deyip dalga geçmişti. İbrahim Efendi’ye şiddetle ihtiyaç
duyduğunu hissetti. “Bu işin tılsımı İbrahim Efendi’de olabilir” diye düşündü.
Sürücüden, şehrin en uzağındaki fabrikaya gitmesini istedi. Bekçi kulübesinin
önünde durdu. Bekçiyi çağırttı. İbrahim Efendi’nin nerelerde olabileceğini
sordu. Tahmin ettiği gibi bekçinin haberi vardı. Birkaç kilometre ötede bir un
fabrikasında bekçilik yaptığını öğrendi. Arabayı oraya doğru yönlendirdi.
İbrahim Efendi bekçi kulübesinde oturuyordu. Elinde 99’luk tespihi, başında
siyah renkli takkesi hareket halindeki dudaklarından ibadetle meşgul olduğu
anlaşılıyordu. Gözü İbrahim Efendi’ye iliştiğinde bir insana karşı
yaptıklarından dolayı ilk defa acı hissetti içinde. Eski patronunu karşısında
gören İbrahim Efendi şaşırmıştı. Hiçbir şey olmamış gibi yanına yaklaşıp;
-Hoş geldiniz efendim! Geçmiş olsun! Hasta olduğunuzu duydum.
-Sağ ol İbrahim Efendi! Eksik olma!
-Patronu arıyorsanız, az önce geldi. Odasında olmalı. İsterseniz haber vereyim.
-Hayır, İbrahim Efendi! Seni sormak için geldim. Başka da bir işim yok.
-Beni mi?
-Evet seni!
-İçeri buyurun! Bir çayımı için!
-Hayır İbrahim Efendi! İşlerim var, gitmem gerek deyip ayrıldı.
Kibirli ve acımasız patronun bu derece yumuşak davranışlarda bulunması, makamı
ve parası olmayanlara değer vermeyen karakterindeki değişiklik İbrahim Efendi’de
şok etkisi yapmıştı. “Allah’ım sen nerelere kadirsin!” dedi.
Ölüm düşüncesinin patronu bu derece kuşatması bir sinek kadar değer vermediği
insanlara saygıya yöneltmişti. İbrahim Efendiyle karşılaştığında yumuşak tavrına
rağmen içindeki benine boyun eğdiremedi. Henüz yıkmayı başaramadığı kibir,
kafasını kurcalayan soruları sormasına müsaade etmedi. Ölümden korkuyor
düşüncesinin muhatapta oluşacağı endişeler konuşmasını engelledi. Çaresizce
ayrıldı İbrahim Efendi’den. Ruhunu sıkıp ölüm korkusunu kâbusa dönüştüren köşke
yöneldi. İtinayla inşa ettirdiği fabrikaların önünden geçerken her zamanki
böbürlenme yerini kin ve nefrete terk etmişti. Her karışını şaheseri görüp
ölümsüzlüğüne inanan Fermani Bey, kurucusu ölüm korkusuyla boğuşurken beton
yığınlarının bir anlam taşımadığına ilk defa inanmıştı.
Beden ağrıları gittikçe şiddetleniyordu. Eve zorla attı kendini. Hizmetçilerin
yardımıyla odasına geçti. Hastalık bütün acımasızlığıyla yüklenmişti. Doktorunu
çağırdılar. Ağır ilaçlarla sakinleştirildi. Bir daha evden ayrılmaması
gerektiğini ısrarla vurguladı.
İlerlemiş hastalık bedenini tamamen avucuna almıştı. Ayaklarında en küçük bir
takatten bile yoksundu. Bunun sonrasında acılara fazla da aldırdığı yoktu.
Kafasını kurcalayan ve acı veren tek şey ölümdü. Ölümden sonrasını düşünüyordu.
Cenaze arabasında mezarlığa doğru götürülmeyi hayal ediyordu. Cesedinin üstü
toprakla örtündükten sonra herkes evine dönüyor, Fabrikatör Fermani Bey,
toprağın altında karanlığa terk ediliyordu. Bu, şu anda zihinsel bir eylem de
olsa kabus gibi sıkmaya başlamıştı. Kapalı gözleriyle toprağın altındaki
karanlıkta aydınlık bir nokta arıyordu. Karanlığın arasında dolaşırken doktorun
“Artık ruhunu teslim ediyor” sözleriyle irkildi. Gözünü açmak istedi,
başaramadı. Bağırmak istedi, kilitlenmiş dili izin vermedi. Tamamıyla karanlığa
gömüldü. Artık her şey için çok geçti.
Abdullah ŞAFAK
|