Yıllar sonra bir ana gibi bağrına basan, okşayıp büyüten, alnının çizgilerinde derin izleri bulunan şehirde gezintiye çıkacaktı. Sokağa adımını atar atmaz koca şehrin göze ilk yansıyan tarafı hayretini celbeden değişikliklerdi. Sokaklar, evler, arabalar ve insanlar bütünüyle değişime uğramıştı. Sanki eskiler göçmüş ya da tebdili kıyafete uğramıştı. Kendinden emin adımlarla biraz yürüdükten sonra ilk gelen minibüse bindi. Arabanın penceresinden büyülü şehrin değişim geçiren çehresini hayretler içinde seyretmeye başladı. On iki yılda bu kadar değişim oldukça şaşırtıcıydı. Daha ilk başlarda kendisini yabancı gibi hissetmeye başlamıştı. Şehrin merkezinde arabadan inerken, insanın canına tak dedirten yorucu trafik ve birbirlerine değmemek için çabalayan insan kalabalıklarıyla karşılaştı. Karıncalar gibi akıyordu insanlar. Buradaki değişim daha fazla sırıtıyordu. Mevsim baharın ilk günlerini gösterdiği halde üzerlerindeki ağırlıktan kurtulmuşçasına bedenlerinin büyük bölümünü açığa çıkaran ya da daracık elbiseler giyerek vücutlarını ince elbiselerden dışarı taşırmaya çalışan kadın ve kızların yoğunluğu değişimin ana unsurlarının kimliğini deşifre ediyordu. Burası, Müslümanların yaşadığı şehir görüntüsünü tamamıyla yitirmişti. İnsanların kısa sürede bu derecede değişmesine anlam veremeyen Abdullah, bedenlerini sergileyen kadınların büyüteceği nesilleri bekleyen tehlikeyi düşününce yüreğinde ağır bir acı hissetti. Büyük Postanenin yanından geçerken mağazaların da değişimin değirmeninden geçtiğini yakından fark etti. Tarihten izler taşıyan, sahiplerinin çehresine imanın yuva yaptığı mağazalar tarih yolculuğunu terk etmiş yerlerini yenilerine bırakmıştı. Onlara ayak uydurmuşçasına müşteriler de değişim ruhunu yakalamıştı. Utanarak ve yere bakarak yürüyen kadın ve kızların yerini bedenlerini ve gözlerini dört açan yeni kuşaklar almıştı. Yolun başındayken karşılaştığı bu manzaralar, zor bir hayatın kendisini beklediğini büyük harflerle haykırıyordu. Herkes ve her şey değiştiği halde o, on iki yıl önceki adamdı. Daha iki gün önce yıllarını öğüte öğüte elinden alan zindanın küçük odasından özgür dünyaya açılmıştı. Oysa arzuladığı özgür dünyanın yaşamını çoktan yitirdiğini yeni yeni anlıyordu. İnsanı ölümcül değişimlere mahkûm eden bu acımasız şehirde ayağa kalkan, direnen ve değişimi iki yakasından tutup manevi iklimin rüzgârlarına doğru sürükleyen kurtuluş abidesi yuvalardan birine tez elden ulaşıp dostlarla hasret gidermek için can atıyordu. Çocukluğunun şekillendiği caddelerin en belirgin durağını oluşturan Büyüksaat’e vardığında, geçmişlere dayanan saatin dışında hiçbir şey eskiyi yansıtmıyordu. Tarihini kaybetmiş, kendini bilinmez bir meçhule sürükleyen şehri ibretler içinde izleye izleye ilerliyordu. Koca şehrin sokaklarını ardı ardına adımlarken arka sokakların birinde aradığı tabelayı bulmuştu. İçini büyük bir heyecan kapladı. Kimliğini yitirmiş koca şehirde yabancılaşmaya direnen ve şehri kimliğine döndürmeye çalışan küçük yuvaya yaklaşıp kapısını çaldı. 20 yaşlarında, çenesinde yeni yeni biten sakalları hafifçe uzamış, gözlerinde büyük bir umut yuvalanmış, yüz çizgileri büyük değişime inatla karşı çıkan bir direnişin haritasını yansıtıyordu. Koca okyanusta küçük bir adaya sığınmış yüzme bilmeyen biri gibi içini mutluluk kapladı. Şaşkın gözlerle karşısındaki adamı süzen genç el işaretiyle içeri girmesini istedi. Ayakkabısını çıkarıp içeri geçince koca salonda sırtlarını yastıklara dayayan, yüzlerinden canlılık fışkıran, gözlerinden direniş dalgaları yayılan, yaşları 20 civarında beş genin sessizce oturduğunu fark etti. Selam verip yanlarında oturdu. Birkaç saniye geçmeden yan odadan yükselen gürültünün yankılarının salonda oturan gençlerin beyinlerini zonklayacak kadar şiddetli olduğunu fark etti. Kafasını kaldırıp yarı açık kapıdan sesin geldiği odaya doğru baktı. Masanın arkasındaki koca koltukta otaran eski dostunun tartışmanın tarafı olarak yüksek sesle konuştuğunu görünce ani bir refleksle yerinden doğrulup gençlerin şaşkın bakışları arasında odaya daldı. Masanın dibine sokulana kadar varlığı anlaşılmamıştı. Saç ve sakallarına aklar düşmüş dostuyla göz göze gelince bağırtılar kesildi. Tartışmaya virgül koyan dostu büyük bir heyecanla beklenmeyen misafirin boynuna sarıldı. Tartışmanın diğer tarafındaki ise 40 yaşlarında hafif sakallı, etinden dolgun bir adamdı. O da yerinden kalkıp samimice kucaklaştı. Yıllarca devam eden hasretlik, zindan yılları boyunca yaşanan acı olaylar kısa süreliğine de olsa dostların duygularının kabarmasına sebep olmuştu. Hal hatır sormalar, zindanda geçen on iki yılın kısa bir değerlendirmesi, içilen bir iki bardak çay 10–15 dakikalık bir zamana yayılmıştı. Abdullah’la işleri kalmamış gibi kaldıkları yerden tartışmalarına daldılar. Onun varlığı bir şeyi değiştirmemişti. Hatta haklı olduklarını ispat için ara sıra ondan onay almaya çalışıyorlardı. Ümmetin birikmiş onca sorunlarını halletmek için çabalarcasına büyük bir heyecanla tartışıyorlardı. Oysa tartıştıkları şeyler incir çekirdeğini dolduramayan, işsiz takımının kahve köşelerinde zaman öldürmek için çene yorduğu lakırdılardan öte bir anlam taşımıyordu. Şehir koşar adım yok oluşa doğru ilerlerken, dostların boş ve anlamsız tartışmalarla zaman öldürmelerini kendisine, oradaki güzel gençlere ve fesadın avuçlarında ruhunu yitirmiş gençliğin imdat çığlıklarını duyarlı kulaklara ulaştıran acınacak hallerine hakaret saydı. Varlığının bir anlam taşımadığını, boş lakırdıları susturacak kadar işe yaramadığını görünce yankılanan tartışmaların arasından sıyrılıp salona geçti. Toplumun kirlerini temizlemeye adanmış genç simalarla tokalaşıp dışarı çıktı. Bozulmak için her çareye başvuran toplumu, enerjilerini anlamsız yerlerde öldüren dostlarıyla karşılaştırınca bulutlar gibi kabaran ıslak duyguları yaşa tebdil edip yağmur damlaları gibi gözlerinden akmaya başladı. Hiçbir yere bakmadan, hedefsiz ve anlamsız adımlarla önüne çıkan bütün cadde ve sokakları aşarak yürüdü. Şehri, şehrin gürültüsünü, bütün değişenleri ve anlamsız lakırdılar arasında mekik dokuyan insanları arkada bırakıp hiç değişmeyen, varlığını yaratılışın ilk günü gibi koruyan kırlara kadar yürüdü. “İşte tek değişmeyen yer” dedi. Arkasına bakmadan koca dağlara doğru yürümeye devam etti… Abdullah ŞAFAK |