Her
şeyleri ona aitti. Ellerindekiler yıllar süren çabalarının ürünüydü. Onun
kazandıklarıyla yaşadıkları halde bir köpek kadar değer vermediklerini gördükçe
kendisini yiyip bitiriyordu. Birkaç gün önce huzurevine göndermek isteklerini
aralarında konuştuklarına tanık olmuş büyük bir şok yaşamıştı. Ancak her ay
aldığı emeklilik maaşına olan ihtiyaçlarının böyle bir tercihe engel olduğunu
duyunca rahat bir nefes almıştı.
Yaşlıda olsa o bir generaldi. Ülkenin koca ordusuna uzun yıllar komutanlık
yapmıştı. Vatanı terörün pençesinden kurtardığını düşündükçe koltukları
kabarıyordu. Darbe yapmasalardı kim bilir ülke hangi dış mihrakların elinde can
çekişiyor olacaktı. Geçmişiyle büyük bir saygıyı hak ettiğini düşünüyordu.
Herkesin minnettarlık göstermesini ve saygı duymasını bekliyordu. Ancak oğlu,
kızı, damadı ve gelini kendisini küçük düşürmek için adeta yarışıyorlardı.
Konuştuğunda azarlıyor, işlerine karışmaya çalıştığında ağır laflarla
hakaretlerde bulunuyorlardı. Zevkine göre yaptırdığı Bodrum’daki muhteşem villa,
bindikleri lüks arabalar, hatta giydikleri elbiseler bile onun ürünüydü. O
olmasaydı bunları rüyalarında bile göremeyeceklerdi. Her şeyini aldıkları halde
bir sinek kadar değeri yoktu. Belki de öyle düşünüyordu. Ancak yalnızlık ve
çaresizlik hissine kapıldıkça her geçen gün etraftakilere daha fazla
yabancılaşıyordu.
Bu gidişi bir yerinden durdurmalıydı. Evdekilerin oluşturduğu korku çemberi,
farklı hareketlerde bulunmasını engelliyordu. Uzaklara, çok uzaklara, saygı
gördüğü yerlere gitmeliydi. “Kurtuluşuna vesile olduğum halk beni yalnız
bırakmayacak!” dedi. Çekilmez hayata son noktayı koyma zamanının geldiğine
inanıyordu. Herkesin iş için evden çıkışını fırsat bilip ayrılacaktı.
İyice hazırlanmıştı. Evdekilerin heyecan ve paniği içinde evin dışına çıkmak
için harekete geçti. Yıllardır sakladığı askeri elbiseleri giydi. Aynanın
karşısına geçti. O güne kadar elde ettiği rütbe ve madalyaları yerleştirmeye
başladı. Elleri titrediği halde her birini itinayla yerine koydu. Sakladığı bir
miktar parayı üzerine aldı. Ajanstan çağırttığı taksiyle otogara gitti. Yolda
cep telefonunu kapattı. Hareket etmek üzere bekleyen otobüse binip İstanbul’un
yolunu tuttu. Koca şehre vardığında saatler epey ilerlemişti. Orta sınıf bir
otel bulup yerleşti.
Üzerindeki rütbe ve sembollere kimsenin aldırış etmemesi sıkmaya başlamıştı.
Eskiden olduğu gibi görenlerin ceket düğmelerini kapatıp kıvırtarak ve sırıtarak
eğilip saygıda bulunmamalarına bir anlam veremiyordu. Üstelik yılların çabaların
dayanan emektar rütbelere rağmen görevlinin saygısızca davranıp otel parasını
son kuruşuna kadar alması, üstelik alaylı bir şekilde sırıtması epeyce
dokunmuştu. Eski bir paşa olarak yüzünü ekşitip sert bir bakış fırlattı. Bütün
bunları yeni nesillerin budalalığına yordu. “Bu edepsizlerin yerine babaları
olsaydı ayaklarıma kapanacaklardı” dedi kimsenin duymayacağı bir edayla.
Güneşin pencereden içeriye uzanıp ortalığı aydınlatmasıyla yerinden doğruldu.
Üniformasını giydi. Rütbelerini bir bir kontrol etti. Cadde üzerindeki bir
lokantada kahvaltısını yaptıktan sonra bir zamanlar ellerinin üstünde tutan
zenginlerin bulunduğu semte gitmeye karar verdi. Her zaman görmeyi arzuladığı
sevenleriyle buluşmak için sabırsızlanıyordu.
Muhteşem çarşıları ve dev mağazaları görünce heyecanlanmıştı. “Beni adam yerine
koymayan çocuklarım keşke görselerdi!” dedi. Arabadan inip büyük mağazalara
yöneldi. Yıllarca alışveriş yaptığı dev bir mağazanın önünde durup çevreye kısa
bir göz attı. Önce tereddüt etti. Böyle bir duygunun oluşmasından dolayı
kendisini ayıpladı. Yedi düveli bozguna uğratmış komutan edasıyla mağazaya
daldı. Çoğunu gençlerin oluşturduğu yabancı çehrelerle karşılaştı. İnce ince göz
gezdirdiği halde tanıdık kimseler görünmüyordu. Kasadaki bayana yaklaşıp;
-Hanımefendi! Burası Yaşar Bey’in mağazası mı?
-Evet! Bir şey mi istediniz?
-Kendisiyle görüşmek istiyordum?
-Yaşar Bey buralara uğramaz. Oğlu üst kattaki odasında bulunuyor. İsterseniz
kendisiyle görüşebilirsiniz.
-Tabii ki görüşmek isterim!
Ağır adımlarla merdivenleri çıkan general emin adımlarla üst kattaki odaya
girdi. Yaşar Beyin oğlu:
-Buyurun! Bir şey mi istediniz!
-İyi günler efendim! Benim adım General Sertaç. Eski bir Genelkurmay başkanı!
Babanız Yaşar Bey’in dostu!
-Size nasıl yardımcı olabilirim?
-Yaşar Bey’le görüşmek istiyordum!
-Onunla görüşmezsiniz! Kimseyle görüşecek durumda değil!
-Nasıl yani! Görüşmenin ne sakıncası var?
-Olmaz dedim babalık! Ne yapacaksın onu! Şu anda kendisine faydası yok, sana mı
olacak? Bu üzerindeki nergarenk yıldızları bir müzeye bıraksan insanlara antika
zevkini tattırırsın!
Gencin dalga geçmesi canı sıkılmıştı. Bu saygısız gencin cevabını vermeliydi;
-Edepli ol! Karşında genelkurmaylık yapmış bir komutan var!
-Haydi başka kapıya babalık! Artık bu ayaklar sökmüyor!
Ağır yenilgi almış bir komutan edasıyla hiçbir şey söylemeden dışarı çıktı.
Kendisine yapılan saygısızlık canını sıkmıştı. Kaldırımda birkaç dakika
dolaştıktan sonra aradığını bulacağına inanarak dev bir mağazadan içine girdi.
Görevliye;
-Evladım! Burası Ümit beyin mağazası mı?
-Hayır efendim! Ümit Bey bu mağazayı epey zaman önce sattı!
Derin bir iç çeken yaşlı general hiçbir şey söylemeden dışarı çıktı. Birkaç adım
ötedeki Avni Bey’in mağazasının tabelası bile eskisi gibi duruyordu. İçten
görünen ve her uğradığında generale bir şeyler hediye eden Avni Bey’in hepsinden
farklı olduğunu düşündü. İçeri dalıp Avni Bey’in sürekli oturduğu yere yöneldi.
Ancak onun köşesi bomboştu. Kasadaki bayana;
-Avni Bey’le görüşmek istiyordum! dedi.
-Avni Bey mi? Öleli yıllar oldu.
-Burayı çocukları mı işletiyor?
-Avni Bey’in ölümünden sonra çocuklarının arasında miras kavgası başladı. Burayı
başkasına sattılar.
Kendisini daha fazla yalnız hisseden general üniformanın da, rütbelerin de
gücünün kalmadığına inanmaya başlamıştı.
İstanbul sokaklarında kimsesizler gibi avare avare dolaşmaya başladı. Bir
zamanlar herkesin esas duruşa geçtiği İstanbul’da yüzüne bakacak kimsecikler
kalmamıştı. Şaşkındı! Ne yapacağını bilmiyordu! Eve dönmek de istemiyordu.
Nereye gittiği, neden gittiği sorularını başına patlatıp hesap soracaklarından
korkuyordu. Yeryüzü dar gelmişti. O debdebeli günleri hatırlarken çaresizliğin
ezici yükü altında daha fazla ezildiğini hissetti.
Yürümeye başladı! Hedefsizce adımlıyordu İstanbul kaldırımlarını! Yürüdükçe
yaşanan büyük değişimi ve İstanbul’un kabuğunun modern çehresine yakından tanık
oluyordu. Yaşlanmış olsa da üniformasıyla kendisini genç bir general kadar dinç
hissetmek istiyordu.
Dizlerinde takat kalmadığını hissettiğinde, sabah işe giderken ününden geçtiği
dincilere ait mağazaların önüne vardığını fark etti. Generalliğinin parlak
günlerinde bu insanlara verdiği sıkıntılar film şeridi gibi gözlerinin önünde
canlandı. Yeni neslin kendisini tanıyamayacağını düşünerek içinde büyüyen
korkuyu bastırmaya çalıştı. Mağaza sahiplerinin akıbetinden duyduğu merak
mağazalara yönlendirdi. En büyüğüne daldı. Hiç olmazsa üç yaşındaki torununa
uygun bir elbiseye almak istiyordu. Mağazaya adımını atar atmaz gözaltında
günlerce işkence ettirdiği Hacı Hasan’la karşılaştı. Tasavvur etmediği bir
şeydi! Korku dalgaları başından aşğıya kadar bütün bedenini dolaştı. Elleri
ayakları titredi. Dikkat çekmemek için geri dönemedi. Gözlerini elbiselere
dikti. Oturduğu yerden kalkan Hacı Hasan generale doğru hareket etti. Ayak
sesleri yaklaştıkça generalin kalbi ayarı bozuk saat gibi dengesizce atıyordu.
İyice yaklaşan Hacı Hasan:
-Sertaç Bey!
Generalin kalp atışlara daha da hızlanmıştı. Mağazaya girmekle aptallık ettiğini
düşündü. Hiçbir suçu olmadığı halde sudan bahanelerle işkence ettirdiği bir
şahısla yıllar sonra karşılaşmak ne kadar da kötüydü. Üstelik yanına iyice
yaklaşan kurban adıyla hitap ediyordu. Adamın geçmiş günlerin hesabını soracağı
düşüncesi zihin duvarlarına çarptıkça sırat köprüsünden cehenneme düşmek üzere
uçuruma yaklaşan günahkârların panik halini yaşıyordu. Şaşkın haldeydi. Aynı
çağrı bir kez daha kulak perdelerinde yankılandı:
-Sertaç Bey! General!
Zayıf yüzün engebelerindeki renklerin içinde sarı renk şaşırtıcı derecede öne
çıkmıştı. Hiçbir şey duymamış gibi hızlı adımlarla mağazanın kapısına yöneldi.
Generalin paniklediğini gören Hc. Hasan;
-Nereye Sertaç Bey! Bir çayımı içseydin! dedi.
Bunun bir tuzak olduğunu düşündü. Dışarı çıkıp hızla adımlarla ilerledi. Birkaç
metre ötede bir dükkânın önünde sandalyeye kurulmuş orta yaşlı biriyle yüz yüze
gelince yeni bir şok daha yaşadı. Elleriyle işkence ettiği bıyıkları terlememiş
bir gençken, saçlarının bir kısmı ağarmış İhsan’ı tanımıştı. Bu inatçı çocuğun
kendisini lime lime edeceğini düşünen yaşlı generalin kalbi yerinden çıkacak
gibi oldu. Olduğu yere yıkıldı. Bu ani gelişmeye şaşıran İhsan, yerdeki adamın
üzerine yürüdü. Kalp mesajı yapmak için üzerine eğildi. Bu arada Hacı Hasan’da
yetişmişti. Gelenlerin linç edeceği korkusu ağırlaşan kalbi tamamen işlevsiz
kılmıştı. Hacı Hasan:
-Ne oldu Sertaç Bey? deyince İhsan, yerde yatanın General Sertaç olduğunu
anlamıştı. Kalp mesajı yaptı. Her müdahaleye aksi tepki veren generalin bedeni,
İhsan’ın elleri arasında son canlılığını da kaybetti. En yakın hastahaneye
kaldırdılar. Ancak her şey çok geçti…
Abdullah ŞAFAK
|