Tabiatın cömertçe davranıp en güzel bahar sofralarından birini bütün ihtişamıyla ayaklarının dibine sermesi insanların kaybolan huzurlarını geri getirememişti. Başkentten yayılan acı ve boğuk kokular ilçe halkının yüreğinde korku ve tiksintiye dönüşüyordu. Büyük bir değişim yaşanıyordu. Hiç kimsenin tanımadığı, bilmediği, anlamadığı ve sevmediği tiksindirici bir değişimdi bu. İnsanların adını koymada zorlandığı değişimin doğurduğu korku, masum yüzlerin derinliklerinde acı bir ürpertiye dönüşüyordu.
Ülkenin baştan sona gavuristana çevrildiği haberleri kulaktan kulağa dolaşıyordu. Gavuristanda yaşamanın ne anlama geldiği hakkında ardı arkası kesilmeyen tartışmalar yapılıyordu. Kimileri, dine savaş açan yeni hükümetin camileri yıkıp yerine kiliseler yaptıracağını söylerken, bazıları ise korkunç sessizlik elbisesini giymeyi tercih ediyordu. Ancak, vilayette valinin terör estirdiği, alimleri idam sehpalarına çektirdiği haberleri ulaştıkça ilçe halkının tedirginliği bir kat daha artıyordu.
Bu arada valinin kurdurduğu karakol vasıtasıyla yeşilliklerin içerisinde kaybolan ilçe tamamen kontrole alınmıştı. Karakol komutanı, ilçenin saygın insanlarından Abdurrahman Efendi ile irtibat kurmuş, halkla ilişkilerinde ondan faydalanmaya başlamıştı.
Nihayet merakla beklenen kaymakam ilçeye gelince devlet tam takım iş başındaydı. Yeni nesil kaymakam, hızlı ve oldukça da heyecanlıydı. İnsanları hizaya çekmek ve rejimin köleleri haline getirmek için yoğun bir uğraşı vermeye hazırlanıyordu.
Bu şirin Kürd şehrinin insanlarının fıtratları kötülükle tanışmamıştı. Merhamet yüklü analar gibi kötülüklerin tamamıyla uzağında yaşamayı kültür haline getirmişlerdi. Ancak, kaymakam için bunların hiçbir önemi yoktu. Önemli olan herkesin Türkleşmesiydi. İlçenin halkı göğsünü gere gere Türk olduğunu haykırmalıydı. Halkın dini, dili, vatanı, milleti kısaca her şeyi Türk olmalıydı.
Yıllarını dağda geçiren militan gibi hareket ediyordu kaymakam. Yanına aldığı birkaç askerle şehrin en büyük caddesini baştan sona birkaç kez turlama günlük virtleri arasındaydı. Devletin aforozuna uğramaktan korkan insanların tepelerindeki şapkanın ebadıyla uğraşmaktan zevk duyuyordu. Şapkayı takma kültürünü öğretmesi Fransa’da alafranga eğitimi almış garp düşkünü bir aydın için fuzuli olsa da, yeni rejimin insan hayatında yer edinmesi için fedakârlıklar gerekir diye düşünüyordu.
Bu şehirde en fazla sıkıntı veren şey kadınların çarşafıydı. Kadınların bazıları rengârenk elbiseler giyerken, kara çarşafa bürünüp yüzlerini örtenleri bir türlü kabullenemiyordu. Kadınların yüzlerini açmaları gerektiğini her fırsatta dile getirdiği halde kimsenin taktığı yoktu. Yüzünü sıkı sıkıya kapatan iki kadını karakola götürtüp zorla açtırmaya karar verdi. Olayı duyan Abdurrahman Efendi koşar adımlarla karakola hareket etti. Ter içinde kalmıştı. İnsanların hassas damarlarına basmamalarını, böyle devam ederlerse şehirde isyan çıkacağını bildirmesiyle elleri titreyen kaymakamın yüzü sararmıştı. Büyük bir hataya mürtekip olduğunu anlayıp kadınları serbest bıraktı. İlk ciddi korkuyu bütün bedeninde hissetti. Çılgınlıklarına rağmen İkinci Kubilay olayının kahramanı olmayı istemiyordu.
Kaymakamın iki dudağı arasından çıkan sözler kanun hükmündeydi. Herkesin çocuğunu okula göndermesini zorunlu hale getirmişti. Çocuklara okuma-yazmanın öğretilmesi gibi bir amacı yoktu. Halkın Türkleşmesini amaçladığı için, bunun en uygun yerinin okul olduğuna inanıyordu. Her gün yeni baskılarla yüzleşen halktan bazıları erkek çocuklarını göndermeyi kabul etse de hiçbiri kız çocuğunu gönderme taraftarı değildi. Kaymakamın ısrar ve tehditleri bu hassas noktada etkisiz kalıyordu.
Yeşillikler içinde kaybolmuş ilçede güneş tepeye tırmanırken her zamanki gibi ana caddeyi turlamakla meşguldü. Başındaki takkesi ve elindeki elifbasıyla 10 yaşlarında altın rengi saçlarıyla Yusufi güzelliğe sahip bir çocukla sokak başında yüz yüze geldi. Her çocuk gibi yüreğini korkuyla dolduran kaymakamdan kaçmak istemişti İsmail. Askerlerin elinden kaçmanın zorluğunu düşünüp kaderine razı olmayı tercih etti.
Yeni bir ava konmuşçasına gözleri fal taşına dönen kaymakam, başı öne eğik çocuğu fark edince yüksek sesle seslendi. İsmail’in yüreği daha fazla hoplamaya başlamıştı. Çaresi kalmamıştı. Cevap vermezse müdahale edileceğini biliyordu. Kafasını kaldırdığı gibi kaymakamla yüz yüze geldi. Aldığı el işaretiyle kaymakamın yanına yaklaştı.
- Nereye gidiyorsun?
- Dayımın evine gidiyorum!
- Elindeki nedir?
- Amme cüzü!
- Aç bakayım, deyince İsmail açtı. Amme cüzünü alıp parçaladı. İsmail’in şaşkın ve ürkek bakışları arasında yere fırlattı. Neye uğradığını şaşırmıştı İsmail. Ancak, kaymakam kolay kolay vazgeçecek görünmüyordu;
- Adın nedir?
- İsmail!
- Dayının evinde neler yapıyorsun?
- Nenemden Kur’an dersi alıyorum!
- Senden başka kimler alıyor?
- Hiç kimse! Tek başıma gidiyorum!
- Okula gidiyor musun?
- Hayır! Gitmiyorum!
İsmail’i yanlarına alıp dayısının evine hareket ettiler. Kapıyı 75 yaşlarındaki nene açmıştı. Evi didik didik arayan askerler suç unsuru hiçbir şeye rastlamadılar. Yaşlı kadına hakaretler yağdıran kaymakam, bir daha Kur’an dersi vermesi durumunda kendisini bağlayıp evi ateşe vereceğini söyledi.
İsmail’i bırakmaya niyeti yoktu. Küçük çocuğu beraberinde karakola götürdü. Yanına iki asker verip babasını getirtmek için evlerine göndertti. Bir müddet sonra İsmail’i ve babasını getirdiler. Kaymakam karakol komutanıyla koyu bir sohbete dalmıştı. Babası Yusuf’u yanlarına getirmelerini istedi. Askerlerin arasından topallayarak yürüyen 35 yaşlarındaki pehlivan gövdeli Yusuf odaya getirildi. Kibirden başı havalarda dolaşan kaymakam, muhatabını iki üç saniye süzdükten sonra:
- Adın nedir?
- Yusuf!
- Ne iş yapıyorsun?
- Bir tarlam var, onunla uğraşıyorum!
- Hangi değirmende kavga ettin de sakatlandın?
- Kavga falan etmedim! Kurtuluş Savaşına katıldım! Fransızlarla savaşta yediğim kurşundan dolayı sakatladım!
- Beyefendi savaşa da katılmış! deyip bastı kahkahayı. Kesinlikle hıyanet etmek için savaşa katılmışsın! Sizden hıyanetten başka ne beklenir ki! Peki, benim koyduğum kurallara neden uymuyorsun?
Nelerin döndüğünü anlamayan Yusuf hiçbir cevap vermedi!
- Neden çocuğunu okula göndermiyorsun da eski yazıyı okutuyorsun?
- Efendim ekonomik sıkıntım olduğu için çocuğumu okula göndermeye gücüm yetmedi. Cahil kalmasın diye Kur’an öğrenmesi için nenesinin yanına gönderdim.
- Bu hikâyeleri başkasına anlat! Anlaşıldı! Modern Türkiye Cumhuriyetinin düşmanı olduğun için çocuğunu göndermiyorsun! Kaç çocuğun var?
- Dört tane! İkisi kız, ikisi erkek!
- Yaşları kaç?
- Kızlar İsmail’den büyük, oğlan ise henüz üç yaşlarında!
- Kızları da okula göndermiyorsun değil mi? İşte gerici olduğunun kanıtı! Ulan ben adamın anasından emdiği sütü burnundan getiririm. Bu çağda çocuklarını okula göndermeyip halkın arasına nifak sokan insanların beynini çatlatırım. İbret-i âlem olsun diye başına neler getireceğimi göreceksin!
Kaymakama şaşkın şaşkın bakan Yusuf, hiçbir şey söylemedi. Karşısındakinin, başına bir bela getirmek için bahaneler aradığını anlamıştı. Zaten bu adamla karşılaşmamak için aylardır şehre çıkmamıştı.
Yusuf’a bir şeyler yapması, en azından canını acıtması gerektiğini düşünüyordu. Yerinden fırlayıp askerin elindeki copu kaptığı gibi Yusuf’un gövdesine indirmeye başladı. Babasına deyen coplardan rahatsızlık duyan İsmail, hem ağlıyor hem de kaymakamın elini tutup babasına vurmaması için yalvarıyordu. İsmail’in küçük ellerinden rahatsız olan kaymakam şiddetli iki darbe vurup çocuğu yere serdi.
Yusuf’un dayanacak hali kalmamıştı. Kaymakamın koluna sıkıca yapıştı. Kısa bir itişmeden sonra copu aldığı gibi bütün gücüyle vurmaya başladı.
Ömründe ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyordu kaymakam. Bağırma ve çağırmalarına rağmen Yusuf’un copları durmak bilmiyordu. Birkaç coptan sonra kaymakam yere yıkılmıştı. Bu arada olaya müdahale eden askerler, kaymakamı kurtarmak için ellerindeki coplarla Yusuf’a vurmaya başladılar. Uzunca uğraşıdan sonra kaymakamı Yusuf’un elinden kurtarmayı başardılar.
Hayatının ilk ciddi dayağını yemişti kaymakam. Kan ter içindeydi. Neye uğradığını şaşırmıştı. Bütün heybeti ayaklar altındaydı. Karakol komutanı olaya müdahale edip Yusuf’u ve İsmail’i hücreye attı. Karanlık hücrede sessizce geçen birkaç saniyeden sonra İsmail;
- Eline sağlık baba! Ne güçlüymüşsün be! Adamı yere serdin! Şimdi bunlar bize ne yapacaklar?
- Bu gâvurların elinden her şey gelir. Ne yaparlarsa yapsınlar, metin ol! Korkmana gerek yok. Allah bizimledir!
Akşama kadar hücrede kaldıkları halde ne uğrayanları vardı, ne soranları. Askerlerden biri bir iki kere kapıya yanaşıp;
- Kaymakamı anasından doğduğuna pişman ettin be adam. Bizi köle gibi kullanıyordu. Bundan sonra utancından da olsa buraya bir daha gelmez.
Gelişmeler şehirde yayılınca olanlardan Yusuf’un babası da haberdar olmuştu. Akşam saatlerinde Abdurrahman Efendiyi yanına alıp karakola gitti. Karakol komutanı, İsmail’i bırakabileceğini, ancak Yusuf için kaymakamın izni olmadan bir şey yapamayacağını söyledi. İsmail’i hücreden çıkarıp dedesine teslim etti.
Yusuf’un babası Abdurrahman Efendiyle birlikte kaymakamın huzuruna çıktı. Olanların şokunu üzerinden atamayan kaymakam bütün ısrarlara rağmen Yusuf’u bırakmayacağını, herkesin ortasında şerefini beş paralık eden Yusuf’tan intikamının acı olacağını söyledi. Babasının para teklifine rağmen geri adım atmadı. Valiyle irtibat kurduğunu, Yusuf’u iki gün sonra vilayete göndereceğini, gerici faaliyetlerinden dolayı İstiklal Mahkemesinde yargılanacağını bildirdi.
Herkese ibret olacak şekilde intikam almayı amaçlayan kaymakam, Yusuf için “irtica” dosyası hazırlıyordu. İki gün içinde hazırlayacağı dosyayla birlikte Yusuf’u vilayetteki ölüm mahkemesine gönderecekti.
Çaresizlik içinde evine döndü baba. Allah’tan yardım dilemekten başka çaresi kalmamıştı.
İki günün tamamlanmasından sonra üç askerle birlikte elleri kelepçeli mahkûm kamyona bindirilip vilayete gönderildi. Kurbanlık koyun olmak istemeyen Yusuf ilk fırsatta kaçmayı tasarlıyordu.
Uzak olan vilayetin dağlarını yara yara patikada yolculuk güçtü. Dudaklarından dua eksik olmayan Yusuf, askerin gaflet anını bekliyordu. Kamyon derelik bir alana ulaşınca dağdan yuvarlanan taşlarla yolun kapandığı fark edildi. Şoför ve muavinin uzun uğraşılarına rağmen taşları temizlemek için çok fazla zamana ihtiyaç vardı. Askerler birer birer yardıma gittikleri halde herkes yorulmuşlardı. Ancak yol açılamamıştı. Yusuf’un kelepçelerini söken çavuş, yardım etmesini istedi. Geri kalan taşların önemli kısmı Yusuf tarafından temizlendi.
Uzunca bir uğraşıdan sonra büyük ölçüde yol temizlenmiş, neredeyse işin sonuna gelinmişti. Ancak, herkes yorulmuştu. Askerin dikkatsizliğinden ve gevşekliğinden yararlanan Yusuf bir manevra yapıp askerlerden birinin elindeki silahı kaptı. Silahı doğrultup herkesin silahını bırakmasını istedi. Askerleri yan yana dizdi.
Askerlerin üzerindeki mermileri aldı. Silahlarını temizledi. İnsanlara karşı acımasız olan ve ilçe halkına yaptığı zulümle nam yapan çavuşun silahını alıp erin silahını geri verdi. Çavuşa nasihatlerde bulunup, bir daha halka zulmetmesi durumunda bir gece baskınıyla öldüreceğini söyledi.
Kimseden çıt çıkmıyordu. Ayrılacağı sırada yeniden askerlere dönüp son nutkunu attı:
- O kaymakama söyleyin! Aileme, yakınlarıma ve halka bir daha ilişirse, bir daha zulüm yapmaya kalkışırsa gece şehri basar, kafasını kurşunlarla doldururum! dedi.
Mermilerini torbaya dolduran Yusuf, silahını yanına alıp dağa tırmandı. Uzun süre ilçeye dönmedi. Zulümden bezmiş dostlarını teker teker yanına alarak dağları mesken edindi. Askerin Topal Yusuf’a yönelik birkaç baskını başarısızlıkla sonuçlandı. Topal Yusuf adıyla çevrede nam yaptı. Dağdaki heybeti ilçede zulmün durmasına, kaymakam ve karakol komutanının insanlara saygılı davranmasına yol açmıştı. Devletin zulmü altında büyük sıkıntılar yaşayan ilçe halkı ve etraftaki yerleşim yerlerindeki halk, daha rahat bir nefes almaya başlamıştı. Topal Yusuf’un namı yayıldıkça ve kahramanlıkları konuşuldukça yeni doğan çocuklara Yusuf ismi veriliyordu.
Ve otuz yıllık bir serüvenden sonra herkes gibi o da başını yastığa koyup dünyaya veda etti. Arkasında karanlık bir fırtınaya isyanın, zulmün önünde onurluca duruşun ve kahramanca direnişin ismini bıraktı.
Abdullah ŞAFAK |