Sabaha doğru gördüğü kötü rüya adeta kötü bir kâbustu. Hayatında gördüğü en kötü rüya olduğuna dair her türlü bahse vardı. Korkunç rüya, uykudan uyandıktan sonra bir gölge gibi ardına takılmıştı. Ruhunda acı veren bir sıkıntıya dönüşmüştü. Hasta annesinin durumu mu fenalaşmıştı, yoksa kardeşlerinin başına bir şey mi gelmişti? Kafası allak bullaktı. Dersin başlamasına birkaç dakika kala çayını yudumlarken gözü telefonuna ilişti. Evden bir haber almak için telefonu kullanmadığından dolayı kendisine birazcık kızmıştı. Kaygıları boşuna değildi. Annesinin ağır hasta olduğunu söylemişlerdi. Bir çırpıda çayını yudumlayıp, ders zilini çaldı. Okul bahçesinde oynayan öğrenciler her günkü gibi sıraya dizildiler. Öğrencilerini sınıfa alıp “Çocuklar sessizce oturun, hemen geliyorum!” deyip dışarı çıktı. İlk defa köy imamından yardım isteyecekti. İki aylık görev sırasında ilk kez dersini terk etmek zorunda kalıyordu. Annesinin hastalığından dolayı köye gitmek zorunda olduğunu söyleyince, köy imamı öğrencilerle ilgilenme teklifini kabul etti. Birkaç dakika içinde öğretmenin arkasından okula yöneldi. Öğretmen öğrencilerle konuşmuş, dersi imamın vereceğini söylemişti. Her gün şehre yolculuk yapan köy minibüsüne bindi. Köy postası öğleden sonra hareket edeceğinden, gecikmemek için şehirden kiraladığı bir taksiyle köye doğru yola koyuldu. Şehrin en son evlerini geçip üç dört kilometre yol aldıktan sonra araba kontrol noktasına takıldı. Baştan aşağıya silahlı asker ve sivil kıyafetli görevliler arabaları durdurup kimlik kontrolü yapıyorlardı. Mahmut’un ve taksi şoförünün kimliklerini alan silahlı asker kısa bir göz attıktan sonra 20 metre ötede bekleyen askeri araca götürdü. Biraz tecrübesi olan sürücü, kimliklerin gecikebileceği düşüncesiyle arabayı yolun kenarına çekti. Başka arabalar da bekliyordu. Herkesin kimlikleri verilip gönderildiği halde kendileriyle ilgilenen yoktu. 15-20 dakika sonra arabaya yaklaşan asker Mahmut’un arabadan inmesini istedi. Mahmut’u tepeden tırnağa aradı. Taksi şoförünün kimliğini verip gidebileceğini söyledi. Mahmut’un kolundan tutup askeri araca götürdü. Başına nelerin geleceğinden habersiz, tepesinden aşağıya doğru sımsıcak heyecan dökülüyordu. Askeri aracın arka bölümüne alıp kapıyı üzerine kapattılar. Askerler görevleriyle meşgulken, onunla kimse ilgilenmiyordu. Sıkıntılı bekleyiş başlamıştı. 20–25 dakika sonra içerisinde üç kişinin bulunduğu Toros marka araba yanlarına yaklaştı. İçinden çıkan iki kişi komutanla bir şeyler konuştuktan sonra Mahmut’u Toros’a bindirip hareket ettiler. Başlarına nelerin geleceğinden habersiz, karanlık bir geleceğe doğru ilerlerken bildiği bütün duaları okuyordu. Daha önce duyduğu bir sürü karanlık olay gözünün önünde canlanınca bu gidişin nerede noktalanacağını bir türlü kestiremiyordu. Yüzlerinde merhametten bir parça uğramamış iki kişinin ortasında hangi akıbete doğru yol aldığının belirsizliği içerisinde kalbi küt küt atıyordu. Araba, şehrin kuzey taraflarındaki askeri bölgeye yönelince Mahmut’un heyecanı zirveye vurmuştu. Askeriye ile ilgili halkın dilinde dolaşan birçok olay kafasının içinde cirit atıyordu. Buraya götürülenlerin bir daha geri dönmediği haberlerini etraftan duymayan kalmamıştı. Arabayı bir binanın önünde durdurup Mahmut’u indirdiler. İri yarı adamların arasında binanın girişinde sağdan ikinci odaya alıp beklemesini istediler. Odada bir masa ve birkaç sandalye bulunuyordu. Boyası dökük eski bir sandalyeye oturup beklemeye başladı. Birkaç dakika geçmeden albay rütbeli komutan içeri girip masanın arkasındaki yüksekçe koltuğa oturdu. Mahmut’u baştan aşağıya süzdükten sonra sessizliği bozdu: - Dillere destan öğretmen sen misin? - … - Üniversiteyi nerde okudun? - Diyarbakır Dicle Üniversitesinde! - Neden öğretmenlik için Bostan köyünü seçtin de başka yere gitmedin? - Batı’da görev yapmak istiyordum. Ancak memleketimin içler acısı durumuna yüreğim tahammül etmediğinden, hizmet için burayı tercih ettim. Köyüme gitmeyi hedefliyordum. Ancak orada yer olmadığından Bostan köyünde göreve başladım. - Aferin! Aferin! Beyefendi hizmet aşkıyla yanıyormuş da haberimiz yokmuş! Yani Bostan köyünü seçmenin başka bir sebebi yok mu demek istiyorsun? - Hayır efendim! Hiçbir sebebi yok. - Ben hikâye anlatan insanları sevmem. Bana doğru konuş! Hangi örgüttensin? - Hiçbir örgütle ilişkim yok. - Bak! Şimdi olmadı. Doğru konuşmazsan aramız bozulur. O zaman başka dille konuşmak zorunda kalırım. - Ben doğru söylüyorum - Peki, üniversitede okuyunca dört yıl boyunca köyüne hiç uğramamışsın! Her halde bunun bazı sebepleri olmalı! - Memlekette karışıklıklar olduğu için bana bir zarar gelir düşüncesiyle ailem gelmemi istemiyordu. Yazın bir iş bulup çalışıyordum. - Yalan söylememen için seni uyarmıştım. Yine yalana sarıldın! - Hayır efendim! Yalan söylediğim yok! Yazın kaldığım ve çalıştığım yerlerin adreslerini teker teker söyleyebilirim! - Oğlum! Böyle yalanlara karnım tok! Bana doğrusunu söyle. PKK’li misin, Hizbullahçı mısın? - Hiçbir örgütle ilişkim yok! - Sana son kez söylüyorum! Bana doğrusunu söylemek zorundasın! Sizin mayanızda terör var oğlum! Ya ayrılıkçısınız ya da gerici! Bu ikisinden hangisine bağlı olduğunu söylemezsen zorla söyletirim. Bu şehirde yalan söyleyenler buradan bir daha dışarı çıkamamışlar. Evine dönmek istiyorsan doğru konuşacaksın! Şimdi söyle bakalım! Hangi örgüttensin? - Hiçbir örgütle ilişkim yok! - Peki, sen bilirsin! Günah benden gitti. Çocuklar bunu götürün! Doğru konuşana kadar icabına bakın! Mahmut doğruyu söylemişti. Hiçbir örgütle ilişkisi yoktu. Memleketindeki cehaletle savaşmak ve halkına hizmet etmek için Batı’yı tercih etmemiş, tehlike bulutlarının henüz varlığını sürdürdüğü memleketini tercih etmişti. Ancak, varlıkları ve yaşamları suç sayılan insanlardan sayıldığı için söylediği doğrulara aldıran yoktu. Onu sorgulayanlar kendilerinin dışındakileri doğru kabul etmezlerdi. Mahmut’u arabayla getiren iri yarı adamlar içeri dalıp kollarına girerek 10-12 metre ötedeki bir odaya götürüp soyunmasını istediler. İç çamaşırlarını çıkarmada direnince iç çamaşırlarını yırttılar. Bedenine kalın copları indire indire yere yatırdılar. Hiçbir şey konuşmadan ayaklarından tepesine doğru her tarafına vuruyorlardı. Zavallı Mahmut, hangi suçtan dolayı bunca belanın başına geldiğini bilmeden elleriyle yüzünü tutmuş, inen darbeler karşısında ah vah çekmekten başka bir şey yapamıyordu. Uzun bir dayak faslından sonra ter içinde kalmış işkencecilerdeki yorgunluk kollarının yeterince kalkamamasına sebep oluyordu. Bedeni moraran Mahmud’un kafasından ve yüzünden kanlar akıyordu. Komutan yanına yaklaşıp: - Doğruyu konuşacak mısın? dedi. Yüzünde dökülen kanları eliyle silip kafasını hafifçe kaldırarak komutana baktıktan sonra, içinden gözlerinden ateş fışkıran sadist ruhlu adama lanet edip kafasını öne eğdi. Avından umduğunu bulamayan komutan: - İşinize devam edin çocuklar! dedi. İşkenceciler Mahmut’un üzerine çullandılar. Kaba dayak temposu bütün hızıyla sürüyordu. Darbelerin şiddetine dayanamayan Mahmut kontrolünü kaybedip bayılmıştı. İşkencecilerden biri komutanın yanına uğrayıp; - Bayıldı komutanım, deyince komutan; - Atın bir kenara! Akşam işini bitirip bir yerlere gömün! dedi. Bir müddet sonra Mahmut kendine gelmiş, defalarca su istediği halde bir damla su veren olmamıştı. Yerde saatlerce inlemeye devam etti. Akşam karanlığında işkenceciler tarafından işkence salonundan alınıp inlemeler arasında askeri aracın arkasına atıldı. Birkaç kilometre ötede bir dere kenarında kafasına sıkılan bir kurşunla önceden hazırlanan yere gömüp üzeri taşlarla örtüldü. Mahmut’un gidişiyle kayıp listelerine biri daha eklenmiş, faili meçhul addedilen, aslında gün gibi malum olan bir cinayet daha insanlık tarihine kayıt düşmüştü. Abdullah ŞAFAK |