Üzerine kapanan koca kapılardan her biri yüreğini yeni sıkıntı dalgalarıyla kuşatıyordu. Girmesi için yüzüne açılan kapıların kapanmasıyla dünyayla arasına yeni yeni duvarlar örülüyordu. Kapıların kapanma sesi kulağına ulaştıkça mezarının çelikten tabakalarla örtüldüğü hissine kapılıyordu. Zindan girişinde kayıtlar için biraz bekletilmişti. Bedeni aşırı derecede yorgundu. İşkencede yaşadıklarının vücuduna yansıyan izlerinin acısını zihninin derin bir köşesinde hissediyordu. İşlemlerin devam etmesi ruhunu sıkmaya başlamıştı. Bir an önce nihai yere bırakılmayı sabırsızlıkla bekliyordu. Nihayet işlemler tamamlanmış, açılan son kapıyla birlikte içinde kimsenin bulunmadığı küçüçük bir hücreye bırakılmıştı. Hücrenin kapısının kapanmasıyla kendisini yalnız başına toprakların derinliklerindeki bir kabirde hissetmeye başladı. Yine de fazla önemsememişti. Zindanın kalın duvarları ve koca demir kapılarının arkasında da olsa gördüğü ağır işkencelerden kurtulduğundan dolayı içinde nispi bir rahatlama vardı. Mahrum bırakıldığı uykuyla buluşmak için sabırsızlanıyordu. Pas tutmuş eski ranzaya uzandığı gibi derin bir uykuya daldı. Bir müddet sonra gardiyanın kapıya dayanmasıyla uyanmıştı. Bir an işkence faslının başladığını zannedip derin bir sıkıntı bastı. Kısa süre içerisinde buranın hapishane hücresi olduğunu anlayınca sıkıntısı dağılmıştı. Gardiyanın büyük bir gürültüyle kapıyı kapatmasıyla ranzaya uzandı. Gözlerinden uyku döküldüğü halde uykusu kaçmıştı. Doğrusu uyku dengesi bozulmuştu. Düşüncenin deruni ufuklarının içerisinde kol kanat dolaşmaya başladı. Bu koca duvarların arasında bitmek tükenmek bilmeyen yılları nasıl tüketecekti? Dışarıda bıraktığı gencecik hanımı ve henüz 6 ayını yeni doldurmuş küçücük Zehra’sını uzun zaman zarfında kimlerin yanına bırakacaktı? Aile reisinin yokluğunda küçük yuvasının hali ne olacaktı? Zor ve içinden çıkılmaz soruların arasında kalbi sıkışmaya başlamıştı. Kendisini sanık sandalyesine oturtmuş, ciddi ciddi sorguluyordu: “Diğer insanlar gibi yaşayıp suya sabuna dokunmasaydım burada olmayacaktım. Gül gibi hayatım olacaktı. Namazımı kılacak, evimde oturacaktım. Bana mı düşmüştü İslami mücadele? İslam’ın mukaddesatına hakaret edenlere 70 milyonun içinde ben mi karşı çıkmalıydım? Bunca işkenceden sonra yıllarca sürecek zindan hayatına nasıl tahammül edebilirim? Hayatı gül gibi olup evinde ve işindeki binlerce Müslümandan biri olmak varken, neden kendimi bu işlere sürükledim? Annemin dediği gibi vatanı ben mi kurtaracaktım? İşkence ve zindan Allah’ın kullarının içerisinde sadece benim payıma mı düşecekti?...” O arada kapının açılma sesiyle uzandığı yerden fırlayan Mehmet’in kafası üstteki ranzanın demirine isabet etti. Beyninde ağır bir zonklama hissetti. Nevresim ve battaniye getiren gardiyan, Mehmet’in yüzündeki sıkıntı ve anlamsız bakışlara aldırmadan ellerindekileri bırakıp gitti. Beklenmedik şekilde kafasını ranzaya çarpan Mehmet, bunu ciddi bir uyarıya yormuştu. “Allahım! Ben yanlış bir şey mi yaptım?” dedi kendi kendine. Derhal tövbeye yöneldi. Bu güne kadar Allah’ı ve Allah’ın davasını herşeyden üstün tuttuğunu ve İslam için çalıştığını söyleyip, işini ve ailesini İslam’dan üstün görenlere özenme gibi bir hataya döştüğünden dolayı Allah’tan bağışlanma diledi. Şeytanın oyununa geldiğini düşünüyordu. Adem (as) ile eşini cennette rahat bırakmayan şeytanın kalın duvarlar ve koca demir kapıların arkasında kendisini de yoldan çıkarmaya çalıştığını düşünüp, böyle bir oyuna gelmemesi için Allah’dan yardım istiyordu. Kendisini birazcık toparlamıştı. Tek sevgilisi ve tek sahibi Allah’ın kendisini yalnız bırakmayacağını, işkencenin ağır ve tahammülü mümkün olmayan zorlukları karşısında sürekli yardım eden Allah’ın, ailesini de her türlü tehlikeden koruyacağını düşündü. Kafasını kaldırıp içten gelen bir edayla “Allahuekber” diyerek derin bir nefes çektikten sonra: “Allahım! Benden razı olursan, senin davan için başıma gelecek her şeye hazırım! Bu kalın duvarlar ve bu koca kapılar benim için hiç bir şey ifade etmez!” dedi. Güçlü olması, zorlukların üstüne yüklediği ağırlıklara karşı dayanıklı olması gerektiğini düşünüyordu. Bu büyük yalnızlıklar içerisinde hiçbir zaman yalnız olmadığını, başta en sevgili olan Allah’ın, ondan sonra da Allah’ın masum meleklerinin etrafını çepeçevre sardığını, bu dostluk duvarları arasında maddi duvarların hiçbir sıkıntı doğuramayacağı idrakiyle daha bir rahatlamıştı. “Yusuf (as) gibi olmalıyım, Yusuf (as) gibi bütün sıkıntıları avuçlarımın içerisinde eritmeliyim” sözlerini tekrarladıkça kendisini biraz daha güçlü hissediyordu. Yalnız kaldığı bu daracık hücrede günlerdir uzak kaldığı, çok sevdiği kitapların en kutsalını özlemişti. Birkaç kez istekte bulunmuş, gardiyanlardan hiç biri isteğine cevap vermemişti. En çok sevdiği kitabın özlemini yüreğinin en derin yerinde hissediyordu. Yine de iki elinde Kur’an var hissiyle kıbleye dönüp Kur’an-ı Kerim’i tutar gibi ellerini hafifçe kaldırarak bildiği sureleri ezberden okuyordu. Küçücük hücrede bu işi her gün tekrarlıyordu. Arapça bilmemesine rağmen konuştuğu tek dil Kur’an diliydi. Görevlilerle konuşmalarının dışında, dili ayetlerden başka hiçbir şey için dönmüyordu. Kur’an’ı okudukça çelikten zırhlarla korunduğunu hissediyordu. Bütün yalnızlık duygularından sıyrılmış, dilinden boşalan sureleri, ayetleri, kelimeleri ve hatta harfleri etrafını kuşatan gülistanın solmaz, pörsümez gülleri olarak görüyordu. Hücre günlerinde arasıra şeytanın hücumlarına maruz kaldığı oluyordu. Bu habis düşman, Mehmet’in ilahi duygulara bürünüp ilahi zırhla kuşanmasından çok fazla rahatsız olacak ki, sürekli sokulmaya, bir yerlerden inhiraf kanalcıkları açmaya çalışıyordu. Bu dört duvar arasında ümitsizlik, pişmanlık ve düşmanla işbirliği hıyaneti dışında şeytanın başarılı olabileceği başka alanlar hemen hemen yok gibiydi. Günaha sürükleyerek insanı yoldan çıkaran debdebeli alanlar dışarıda kalmıştı. Dolayısıyla şeytanın Mehmet üzerinde tahakküm kurmada işi hiç de kolay değildi. Şeytanın hücumlarının bilincindeydi. Zihninde inhiraf çağrıştıran bir düşünce hisettiğinde “Seni kurnaz aşağılık seni! Beni yoldan çıkaracağını mı zannettin? Karşında çocuk mu var, sen git başka yerlerde dolaş!” deyip iblisin önüne en koca takozu yerleştiriyordu. Yıllardır dış dünyadan uzak, hayatı zindan duvarlarıyla paylaşan doslarıyla buluşmayı içten içe arzuluyordu. Bu yöndeki aşırı isteğine olumlu cevap gelmemişti. Hücrede bir haftayı geride bıraktığı ilk günün sabahı kapıya gelen gardiyan, “Mehmet! Hazırlan, arkadaşlarının yanına gideceksin!” deyince sevincine bir an yenik düşen Mehmet’in, iradesi dışında çıkarttığ “Allahuekber” sesi zindanda yankılanmıştı. Eşyasını bir çırpıda toparlayıp “Ben hazırım” dedi. Gardiyanların arasında zindan koridorlarından 50-60 metre yürüdükten sonra hep beraber koca bir kapının önünde durdular. Sevinç ve heyecan duygularının gölgesinde ne yapacağını bilemiyordu. Birkaç saniye içinde koca kapı açıldı ve Mehmet girme özlemiyle tutuştuğu koğuşa ilk adımını attı. Girişte daha önce hiç karşılaşmadığı halde, yüzlerinde iman ve kardeşlik duygusunun en deruni noktaya kadar işlediği gençlerle karşılaşınca onları bin yıldan beridir tanıyor hissine kapıldı. Kendisini tutamayıp gençlerin boynuna sarıldı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Onun sevinç gözyaşları dostlarını da duygulandırmıştı. Daha önce birlikte omuz omuza çalıştığı arkadaşlarıyla karşılaştığında ortam daha da elektriklenmiş, kucaklaşmalar hıçkırıklara karışmıştı. Öyle kolay kolay ağlayan cinsten değildi Mehmet. Neden ağladığını bilmiyordu. Ancak, gördüğü Yusufi simaların karşısında ağlamamak için hiçbir neden bulamıyordu. İman atmosferinde yaşayan güzel insanların bu küçücük yurtları adeta takva kokuyordu. Hapishanenin kalın duvarları arasında Rahman’a gönül vermiş bu onurlu ve izzetli insanların, Rabb’lerine teslimiyetleri ışığında, bütün dünyalıklardan sıyrılarak kulluğun en ufki ve en uçsuz bucaksız yanlarını yaşadıklarına tanık olunca, bütün yaşamı boyunca karşılaşmadığı büyük mutluluğu ve tarifi mümkün olmayan hazzı kalbinin derinliklerinde hisediyordu. Kucaklaşma faslı bitmiş, Mehmet’i oturtan dostları tatlı ve hoş kelimelerle “Hoş geldin aramıza” lafızlarıyla tatlı sohbete kapı aralamaya çalışıyorlardı. Oysa ağır duygu bulutları arasında boğazı kitlenen Mehmet, bir türlü konuşamıyordu. Ağzından kelimeleri çıkarmaya muktedir olamayınca kafasını sallayarak dostlarını cevaplandırıyordu. Diğer taraftan gözlerinden boşalan yaşları silmekle meşguldü. Gençlerden biri yerinden fırlayıp elinde bir bardak su ve bir havluyla çıkageldi. Suyu yudumlayan Mehmet, havluyla gözlerini sildi. Yavaş yavaş kendine geliyordu. Arkadaşlarından müsade isteyip, Allah Teala’nın kendisini kavuşturduğu bu nurani ortamdan dolayı şükrünü eda etmek için iki rekat şükür namazı kıldı. Namazın bitimiyle boğazı açılmış, kendine gelmişti. Bu arada sımsıcak sohbetlerin ve unutulmaz dostlukların dillendirildiği çay faslı başlamıştı. Dostlar, gözaltında ağır eziyetlerle karşılaştığını düşünerek, hoş bir atmosferde tatlı sohbetlerle ailenin yeni sakinini rahatlatmayı hedefliyorlardı. Günlerdir hasret kaldığı çayını yudumlarken hem konuşuyor ve hem de dostların çehresini inceliyordu. İnsanların özgür olduklarını zannettikleri, oysa boğazlarına kadar dünyalıkların esareti altında yaşadıkları köleliğin binde birini bu çehrelerde göremiyordu. Özgürlüğün ve ilahi ruhun en enfes yönleri bu nurani çehrelerde yuvalanmıştı. Yusufi simalara daldıkça, cennet bahçesinin muhabbet güllerini izlediği hissine kapılıyordu. Kendisini dünyanın çirkefinden kurtarıp Yusuf (as)’ın cennetimsi mekanına ve Yusufi simaların arasına gönderdiği için Rabbine şükrediyordu. Evet, burası çok kalın duvarlarla ve demirden kapılarla kuşatılmış, dünyayla bütün ilişkileri kesilmiş koca bir kabristandı. Oysa, çirkefliklerin ve günah dalgalarının toplumu çepeçevre sardığı ortamlarda şekli özgürlüğün yanında insanlar ruhsal zindanlara gömülüyken, burada şekli tutukluluğun yanında insanların tamamıyla özgür olduğu ruhsal özgürlük vardı. Yusuf’un ruhuyla kuşanmış, günah dünyasından fersah fersah uzaklaşmış, takva basamaklarının tepelerine yükselmiş Rahman’ın aziz kullarının cenneti mekanına dönüşmüştü burası. Mısır’ın azizi olan Yusuf (as) buradan geçmemiş miydi? Yusuf (as)’ın tabeleri ve yarının azizleri de buradaydılar. Hayatının en güzel anlarını yaşayan Mehmet, takva güllerinin içerisinde bir gül olabilme ümidiyle bu yeni hayatında Yusufi bir ruh ve bilinçle dostları gibi zindanı gülistana çevirmenin hesaplarını yapıyordu.
Abdullah ŞAFAK |