Nasıl olduğu pek anlaşılmayan, ancak acılığı ve keskinliğiyle içleri yakarak esen bahar ve yaz rüzgârlarından sonra tabiatı kuşatan güz mevsiminin rüzgârları da bir o kadar acı ve keskin esiyordu. Eskiden her mevsimin ayrı bir anlamı ve ayrı bir güzelliği vardı Kunduzağıllı köyünde. Bu güzel köyün yüreğinden akan sımsıcak ve hayat dolu duyguların asilliği Artova ve Tokat’ın çehresine hayat veren meltem rüzgârları gibi çarpıyordu. Köy halkı, geçmişten gelen ve yüreklerinde yuva kuran Kur’an mirasından kolay kolay vazgeçecek gibi görünmüyordu. Yeni rejimin ardı ardına dine vurduğu darbeler, İslami hayata her alanda getirilen yasaklamalar, Müslümanların biricik hayat kaynağı Kur’an’ın engellenmesi ve Kur’an okuyanların acımasızca cezalandırılması köy halkının huzurlarını kaçırıp korkunç rüyalar görmelerine neden olmuştu. Ancak bütün engellemelere rağmen hayatlarıyla yoğrulmuş ve yaşamın bir parçası halini almış Kur’an’ı terk etmeye bir türlü elleri varamıyordu. Özellikle köyün yaşlı hocası Ahmet Efendi, yılların eskitemediği irade ve azmiyle genç ve dinamik delikanlılar gibi ortaya atılarak, Kur’an’sız bir hayatın hiçbir zaman düşünülemeyeceğini, böyle bir durumda yerin altının üstünden daha hayırlı olacağını söyleyip köylüleri yüreklendirmeye çalışıyor ve Kur’an’a karşı vazifelerini icra etmeye davet ediyordu. Etraftan gelen ürkütücü haberler köylü milletinin korkulu rüyalarını yavaş yavaş kabusa çeviriyordu. Askerlerin etraftaki köyleri basıp Kur’an’ları topladıkları, yerlere atıp üstüne bastıkları, ders veren hocaları köylünün içinde fena halde dövdükleri, bazılarını beraberlerinde götürdükleri, gidenlerin bir daha geri dönmedikleri haberleri bir gün sıranın kendilerine de geleceği endişesiyle köylülerin ufuklarında korku rengini biraz daha koyulaştırıyordu. Özellikle bazı şeytanların ihbar edeceği endişesinden kendilerini bir türlü kurtaramıyorlardı. Ancak Ahmet Efendi, vazifelerini icra etmek zorunda olduklarını, bu yolda Allah’a tevekkül etmek gerektiğini söyleyip köy milletini teskin etmeye çalışıyordu. Güneş tepeye doğru ilerlerken Ahmet Efendi her zamanki gibi çocukların Kur’an derslerini tamamlamış, onları evlerine göndermişti. Korku ve endişe sıtmalarına tutulan köylünün gözleri gece gündüz yolda olduğundan, karşı taraftan köye doğru gelmekte olan birkaç kişinin karartısını hemencecik fark ettiler. Topluluk biraz daha yaklaşınca asker oldukları rahatlıkla anlaşılıyordu. Ahmet Efendi askerlerin geldiğinden haberdar edildi. Soğukkanlılığını bozmayan Ahmet Efendi; —Bir şey olmaz. Gelsinler bakalım! Zaten kötü bir şey yaptığımız yok ki! Köylülerden biri; —Hocam! Evinizdeki Kur’an’ı saklasanız iyi olmaz mı? —Hayır! Kur’an bizim canımız ve ruhumuz. O’nu neden saklayalım ki? Bir müddet sonra köye varan biri çavuş (zabıt) altı asker (cenderme) köylüleri toplayıp köyde Kur’an dersi verilip verilmediğini sordular. Köylüler inkâr edip köylerinde böyle bir işin yapılmadığını söylediler. İstediklerine ulaşamayan çavuşun gözleri çakmak taşı gibi çakmaya başlamıştı. Bu köyden eli boş dönmek istemiyordu. Son günlerde Kur’an okuyanlara karşı yaptığı operasyonlarda elde ettiği büyük başarılardan (!) dolayı, üstleri nezdinde artılarla dolu bir karnesi vardı. Bunlara yenilerini eklemek için Kur’an’a karşı savaşını sürdürmeli, mürtecileri (!) cezalandırmalıydı. Başka köylerde ufak bir sorgulamayla suçlular hemen tespit edildiği halde, anlaşılan bu köyde birilerini sıkıştırması veya canlarını yakması gerekiyordu. Çavuş öne çıkıp köylülerden saflığı hemen göze çarpan Nuri’yi bir kenara çekerek kasaturayı boğazına dayadı ve; —Bu köyde Kur’an okutuluyor mu? Doğru söyle, yoksa kafanı gövdenden koparacağım, dedi. Köylülere silahlarını çeviren askerler, hareket etmeleri durumunda tarayacaklarını söylediler. Zavallı Nuri, boğazlanacağına ciddi ciddi inanmış, tir tir titriyordu. Boğazına dayatılan kasatura ile ölüm meleğinin çok yakınlarında olduğunu düşünüp içinden kelime-i şehadet getirmeye başlamıştı. Şaşkınlık arasında çavuşun kendisinden cevap beklediğini anlayınca kasutarayı dayayan çavuşa tamamıyla teslim oldu: —Paşam! Köy hocası Ahmet Efendi çocuklara Kuran dersi veriyor, cümlesi çok zor ve sıkıntılı bir durumda ağzından boşalmıştı. Avının peşine koşan kurtlar gibi harekete geçen çavuş ve askerler Ahmet Efendi’nin evine yöneldiler. Çavuş, kapıyı tekmeyle açıp çamurlu potinlerle içeri daldı. Arkasından askerler girdiler. Bu şiddet karşısında yüzüne şaşkınlık emareleri yansıyan Ahmet Hoca yerinden doğrulup bir şeyler söylemeye hazırlanırken, çavuş yaşlı adamın bembeyaz sakalından tutarak yukarıya doğru kaldırıp şiddetli bir tokat indirdi. Olanlara anlam veremeyen yaşlı adam derin bir “of” çekti. Evin kütüphanesindeki kitapları sağa sola savuran çavuş, Kur’an-ı Kerim’i görünce öfkeden deliye dönmüştü. Eline alıp hızlı bir şekilde yere çarptı. Bu aşağılık hareket karşısında şok olan Ahmet Efendi derhal yere kapanıp Kur’an’ı Kerim’i avuçlarına alıp öptükten sonra sıkıca kucakladı. Ahmet Efendinin davranışına sinirlenen çavuş; —Onu yere at, pis ihtiyar! Yoksa kafanı koparırım! Ahmet Efendi Kur’an’a sıkıca sarılmış, O’nu bırakmak istemiyordu. Askerler Ahmet Efendinin üzerine çullanıp ufak bir boğuşmadan sonra Kur’an-ı Kerim’i zorla kucağından aldılar. Kur’an’ı askerlerden alan çavuş, yere fırlatıp çamurlu potinleriyle üzerine çıktı. Askerler Ahmet Efendi’nin kollarını tutup tepki vermesini önlemeye çalıştılar. Bu aşağılık harekete tahammül edemeyen Ahmet Efendi: —Allah’tan korkmaz, imansız kâfir! İnşallah bu yaptığın yanında kalmayacak! dedi. Gözlerinden ateş fışkıran çavuş, bağırarak; —Kes sesini alçak! Boynuna ip takar köpek gibi köy köy dolaştırırım, dedi. Ahmet Efendi askerlerin arasından sıyrılıp çavuşu itekleyip Kur’an’ı yerden almaya çalışınca askerler yeniden müdahale edip yaşlı adamı yere attılar. Çavuş; —O alçağı ayaklarınızın altında çiğneyip gebertin! dedi. Çocuklarının ağlamaları evden yükselirken askerler, kollarından tuttukları Ahmet Efendi’yi sürükleyerek evin avlusuna götürdüler. Yaşlı adamın üzerine çıkıp çiğnemeye başladılar. Hiç kimse müdahale edemiyordu. Yaşlı adamın ailesi ve köylülerin yalvarmaları kimseyi durduramıyordu. Silahını eline alan çavuş, müdahale edecekleri öldüreceğini söyleyerek tehdit ediyordu. Yaşlı adamın vücudu kan içindeydi. Yediği dayakların şiddetine dayanamayıp bayılınca Hoca’yı oracıkta bıraktılar. Çavuş kolay kolay vazgeçecek gibi görünmüyordu. Köylülerin meydanda toplanmasını istedi. Birkaç dakika içerisinde bütün köylüler toplandılar: Köylülere hitap eden çavuş: -Bir daha bu köyde çocuklara Kur’an okutursanız bu köpek gibi hepinizin canına okur döve döve öldürürüm. Bir dahaki sefer herkesin evini arayacağım. Kur’an’a rastlarsam o zaman vay halinize! Askerler köyden ayrılırken Hoca Efendi baygın baygın yatıyordu. Çocukları babalarını kucaklayıp eve götürdüler. Kafasından, burnundan ve vücudunun değişik yerlerinden kanlar boşalmaya devam ediyordu. Yediği darbeler Ahmet Efendi’yi takatten düşürmüştü. Kısa aralıklarla kendine gelse de çoğu zaman baygındı. Aynı günün akşamında, kızıl zulmün pençeleri altında öksüzleşen bir Cuma gecesinde, zalimlerin şeytanımsı dünyalarından kurtulup Rabb’ine yürüdü. Çavuşun Kur’an’a karşı mücadelede gösterdiği üstün başarılar (!) din düşmanı üstleri tarafından takdirle karşılanmış, çavuş bir üst rütbeyle taltif edilmişti. Tokat çevresinde Kur’an’a karşı mücadelesini başarıyla yerine getirince, dindarlara karşı başarılı mücadelesini sürdürmesi için Kürt bölgelerine gönderildi. Aynı zulme buralarda da devam eden çavuş, Elazığ’ın bir köyünde Kur’an’ı potiniyle çiğnerken 17 yaşındaki bir delikanlı elindeki bıçağa davranıp üzerine atıldı. Göğsünden aldığı yarayla birkaç dakika inleyen çavuş, oracıkta öldü. Askerler tarafından kurşun yağmuruna tutulan genç, Kur’an düşmanı bir zalimin zulmüne engel olma başarısından sonra şehadet şerbeti içerek hakka yürüdü. Abdullah ŞAFAK |