Aykırı hayatın bedelini ödetmek istiyorlardı. Egemenlerin çizgisini çiğnediğinden yıllar yılı zindanın duvarları arasında yaşaması gerekiyordu. Oysa o, kalan ömrünü kalın duvarlar arasına hapsetmek istemiyordu. Böyle bir cezayı hak ettiğine kimse onu inandıramazdı. İnsanlık vicdanında suç sayılan hiçbir eylemi yoktu. Yaptığı tek şey hidayet yolunda bazı insanları bilinçlendirmeye çalışmaktı. Faaliyetleri: “Şapka düştü, kel göründü” misali egemenlerin ayıplarını ortaya döküp insanları hakikate yönlendirdiğinden suç sayılmıştı. Dayak ve eziyetin renklendirdiği dolu dolu bir sorgulamanın ardından yüzleri mahkeme duvarına dönmüş yargıçların tepeden yönelen aşağılık bakışlarından sonra bir ömür zindana kapanmak ağır geliyordu. Suçlular için cezadan söz edilebilirdi. Oysa suçsuzların cezalandırılmasını çağın en büyük ayıplarından sayıyordu. Egemenlerin şerrinden korunmak için ülkede uzun süre gizlenmenin imkânı yok gibiydi. Hicretin dışında yolunun kalmadığını düşünmüş, gizli ve uzun araştırmalardan sonra yurt dışı için yola çıkmıştı. Günlerce sınırlarda, kamyon kasalarında ve yük trenlerinin kömür taşıyan, geceleri soğuktan can çekiştiren vagonlarında yaptığı çetin yolculuktan sonra ecnebi bir ülkeye ulaşabilmişti. Aylarca uğraştıktan sonra ailesini de yanına götürtmeyi başarmıştı. Bu uzak ülkede tehlike kokuları gelmiyordu. Ancak hinoğlu hinlerin kendisine zarar vermemelerinden tamamıyla emin değildi. Kavgalısı kocaman bir devletti. Kim bilir ecnebilerle hangi ilişkileri vardı? Bu gibi düşünceler kafasını rahat bırakmıyordu. Yeni hayatını oluştururken bu ihtimalleri gözden kaçırmıyordu. Şehrin kenar mahallelerinden birinde küçük bir ev kiraladı. Geçimini temin edebilecek bir iş onun hayat çarkını döndürebilecekti. İçinde yaşadığı toplumla zaruret dışında hiçbir ilişkide bulunmamaya karar vermişti. Kültür, inanç, düşünce ve yaşam olarak toplum tamamıyla aykırılıklara sahipti. Acı ve tatlı günlerin birbirini kovaladığı hayatı kucaklayarak, bir gün memlekete dönebilirler umuduyla, beraberlerinde getirdikleri kültürü ve yaşamı aynen muhafaza edip sade bir hayatla günlerini geçirmeye başladılar. Çevreyle irtibatı olmayan aileye hayat veren ve onu ayakta tutan tek şey beraberlerinde getirdikleri Kur’an-ı Kerim ve birkaç İslami kitaptı. Kur’an’da ihtiyaç duydukları her şeyi bulabiliyorlardı. Baba Yusuf, ayetlerin anlamlarını çözebilecek kadar Arapça’ya sahipti. Ayetlerin anlamını aile fertlerine açıklamakla birlikte, Kur’an’ın mealli olması işlerini kolaylaştırıyordu. Memleketten haberdar edecek hiçbir irtibatları yoktu. Ailenin ortadan kaybolması birkaç ay yakınların gündemini oluşturduysa da dünya meşguliyetleriyle çalkalanan hayatlar kısa süre sonra kayıp aileyi tamamıyla unuttular. Oysa yürekleri yanan anne ve babanın gözlerinin önünden evlatları hiçbir zaman eksik olmuyordu. Yıllar kara tren gibi birbirini kovalayıp duruyordu. Dört kişilik aile, ecnebi memleketin dilini konuşmanın dışında kültüründen etkilenmemişti. Memleketle irtibat kanalları evdeki küçük radyoydu. Radyonun kısa dalgasından her gün memleket haberlerini dinleme alışkanlık halini almıştı. Nihayetinde umutlar hicrette geçen 20 yıl sonra meyvesini vermeye başladı. Aile, radyodan duyulan af haberlerine oldukça hazırlıksız yakalanmıştı. Bu küçücük hayattan dönüş fazla da kolay değildi. Küçük ve sınırlı dünyalarına iyice alışmışlardı. Yakınlardan hiçbir haber yoktu. Küçük bir meşveretten sonra memlekete dönme kararı alındı. Birkaç gün içerisinde uçağa atlayıp memlekete döndüler. Memleket baştanbaşa değişim fırtınasına yakalanmıştı. Şehrin gövdesi değişimden en büyük payı alanlardandı. İnsanlardaki ciddi değişim rahatlıkla hissediliyordu. Değişimin verdiği şaşkınlık akrabalarının tavrıyla zirveye vurmuştu. Yıllarca sonra akrabalarından coşkulu karşılama beklerken tam tersi bir atmosferle karşılaşmıştı. Karşılaştıkları akrabalarının öfkeleri yüzlerine vuruyor, gözlerinden nefret akıyordu. Bu gelişmelerden rahatsızlık duyan Yusuf, sebebini araştırmaya başladı. Dünyaya bütün gövdeleriyle dalan bu insanların basiret gözlerinin köreldiğini, para, mal ve şehvetin dışında hiçbir şeyi göremediklerini farketti. Eskiden hayatlarını az da olsa renklendiren dinin tamıyla hayatlarından çıktığını görünce üzerine kaynar sular döküldü. “Bir toplum yirmi yılda bu kadar mı değişir?” sorusuna verilecek cevabı bulamıyordu. Anne ve babasını aramaya başladı. Akrabalardan sorduğu halde cevabını vermemişlerdi. Bu gelişme Yusuf’un öfkesini iyiden iyiye kabartmıştı. Bir şeylere ulaşır ümidiyle akşam namazında mahalle camisindeydi. Babasının yaşlı dostu Hc. Mahmut’la karşılaştı. Birkaç dakika hasret giderdikten sonra şehirdeki şaşırtıcı değişikliklere değindi. Hc Mahmut derin bir iç çekip “Her şey değişti. Millet dini terketti. Dindar insanlar teker teker ölüp gittiler. Herkes dünyaya tapmaya başladı. Kimse bizi dinlemiyor...” deyip dert yanmaya başladı. Yusuf anne ve babasını sorunca Hc. Mahmut: “Rahmetli baban senin hasretinle tutuşuyordu. Üç sene önce vefat etti. Ancak annen henüz hayatta! Gayretsiz kardeşlerin onu huzurevine terk ettiler” dedi. Bu sözler üzerine şaşkına dönen Yusuf, Hc Mahmut’tan ayrılıp annesinin bulunduğu huzurevine gitti. Yırtık ve kirli elbiseler içerisinde kimsesizliğe terkedilmiş annesini görünce gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Annesine sarılınca kendisini tutamayıp hüngür hüngür ağlıyordu. Gözleri zayıflayan anne, Yusuf’unu kokusundan tanıyınca ağlamaya başladı. Yüreği yanık anne ile yavrusu dakikalarca ağladılar. Zayıflamış gözlerinden yaşlar dökülen anne iki elini havaya kaldırıp Yusuf’unu gönderdiği için Allah’a şükretti. Annesinin kollarına girerek huzurevinden çıkarttı. Eski günlerin hatırına kalbinde bir zerre insaf kalmış ümidiyle büyük ağabeyinin evine gitti. Çocukları da oraya gelmişti. Ağabeyinin ve eşinin haşin ve öfkeli bakışları altında burada yerlerinin olmadığını anlayan aile çareler aramaya başladı. Ertesi sabah oğlunu yanına alıp ev aramak için dışarı çıktı. Akşam saatlerine kenar mahallede küçük bir evi vardı. Zaruri eşyaları alıp annesi ve ailesini yanına alarak eve taşındı. Annesinin dışında bu şehirde hiç kimsesi yoktu. Var olanlar ise dünyanın pençesine sıkışmış, paranın dışında hiçbir şey görmüyorlardı. Birkaç gün içinde oğlunun meşgul olacağı iş denk gelince geçinebilecekleri bir kapıları açılmış oluyordu. Koca şehirde yirmi yıl sonra yeniden hayata başlamak hakikaten zordu. İnsanların birbirlerinden fersah fersah uzak düştükleri, hapishaneleri andıran koca apartmanların duvarları arasına sıkışarak bütün değerlerini yitirdikleri bu şehirden nefret etmeye başlamıştı. Tek teselli kaynağı yıllarca sonra kucağına dönebildiği yüreği yanık annesiydi. Evi biraz toparladıktan sonra en hakim tepeye çıkıp şehri yüksekten seyretmeye başladı. Koca şehrin 20 yıl içerisinde geçirdiği büyük değişim, insanların dinden fersah fersah uzaklaşmaları, şehir hayatının yozlaşması, toplumun idraksizlik, düşüncesizlik ve basiretsizlik denizinde boğulmasını düşündükçe yüreği en derin yerinden sızlıyordu. Şehri ve insanlarını gömüldükleri bataklıktan nasıl kurtaracağını bilmiyordu. Yıllarca ders verdiği ve İslami bilinç kazandırmaya çalıştığı insanları bulup onlarla birlikte bir şeyler yapabilir ümidini taşıyordu. 20 yıl önce henüz 15–20 yaşlarında olan talebelerinin peşine düşmeye karar verdi. Onların nerelerde, ne işle meşgul olduğunu bilmiyordu. Değişen mahalleye rağmen çok sevdiği öğrencilerinden Tarık’ın evini bulmada zorlanmamıştı. Kapıyı çalması üzerine genç bir delikanlıyla karşılaştı. Uzun süredir bu mahalleden ayrılan Tarık’ın, üniversitede öğretim görevlisi olduğunu öğrendi. Ertesi günkü ilk işi Tarık’ın görev yaptığı fakülteye gitmekti. İlk görüşte üstadını tanımamıştı. Üstadının kendisini tanıtmasıyla hoş bir sohbet ortamı oluştu. Ancak eski Tarık’ın yerinde yeller esiyordu. O da diğerleri gibi dünyanın rüzgârının önünde dalgalanıyordu. Ölü bir bedeni andıran bu insanlardan herhangi bir beklentide bulunulmayacağı sıkıntısıyla savaşlarda yenik düşen komutanlar gibi evine döndü. Diğer talebelerde keşfedebileceği bir ruha rastlar düşüncesiyle aramaya koyuldu. İstisnasız tümü bir yerlerinden dünyanın pençesine tutulmuş, İslami değerlerden fersah fersah uzaklaşmışlardı. Yüreğini en içten yakan sıkıntı dalgası bütün hücrelerini kuşatmaya başlamıştı. Eskiden akşamları birlikte devlet kurup devlet yıktıkları, tağuti düzeni yerle bir etme planları yaptıkları arkadaşlarını aramaya karar verdi. Uzun uğraşılar sonunda farklı yerlerde tümüne ulaşabilmişti. Hayatın değişik yerlerine gömüldüklerini, eski düşünce ve duyguların yerinde fırtınaların estiğini görünce içinde büyük bir acı yaşamaya başladı. Dünyanın cazibesinde kaybolan bu insanlar tamamen sıradanlaşmış, daha önce örtülü olmayan kadınları aşağılayan ustura militanların kızları mankenlere taş çıkartacak giysilere bürünmüştü. Yusuf gittikçe yalnızlaşıyordu. Gecenin yalnızlığında secdelere kapanıp hüngür hüngür ağlayarak toplumun ölümünün yasını tutuyordu. Yıllarca sıkıntı çektiği hicret günlerinin kendisi için hayırlı olduğunu, toplumu yutan dünya canavarından hicretle kurtulduğunu düşününce şükrediyordu. Uğraşıları sonuçsuz kalan Yusuf, evine kapanıp günlerce dışarı çıkmadı. Günaha girmemek için sokaklarda küçük bir tur atmak yeterliydi. Ancak günahtan kaçınayım derken hakikatten kopmuş, büyük bir musibetin içerisinde ruhsuz bedenlere dönüşen insanları uyarma görevi terkediliyordu. Karşılaştığı gençlerle ilgilenmeye karar verdi. İslam’ı anlatıyor, okumaları için kitaplar veriyordu. Bilgisayar oyunları, Holywood sineması, internet çetleri, Avrupa maçları, kızlarla ve uyuşturucuyla kafası meşgul gençlerin nasihat dinlemeye ve kitap okumaya zamanı yoktu. Birilerini bulup ilgilenince usulca yanından uzaklaşıyorlardı. Toplumun duyarsızlığı, insanları tamamıyla kuşatan iletişim çılgınlığı, kulakların ve gözlerin başka şeyler görmesine izin vermiyordu. Bütün uğraşılarında başarısızlığa uğrayan Yusuf, mahalle camisine yöneldi. Burası toplumda işi kalmamış yaşlıların mekanı olmuştu. Başka gidecek yerleri olmayan yaşlılar tayfası camiyi tehcih etmişti. Yaptıkları tek şey hayattaki hatıralarını anlatmaktı. Bunlarla bir şey yapamayacağını düşünen Yusuf, fırsatı ganimet sayıp cami imamına yöneldi. Birkaç gün içinde sıkı bir diyalog oluşturmaya çalıştı. Oysa imam sadece memurluğunu icra ediyordu. Yusuf’un konuşmalarından sıkılmaya başlamıştı. Durumu farkettirince, ümit beslediği bu kapı da kapanıyordu. Koca toplumda yapayalnızdı. İnsanların duyarsızlaşması ve sürüler gibi yaşaması onu kahrederken egemenleri sevindiriyordu. Bu gidişin aykırı olduğunu, uyanmamaları ve girdikleri mesiri terketmemeleri durumunda büyük bir azapla helak olmalarından korkuyordu. Bu kez yönünü yakınlarına çevirmeye karar verdi. Kardeşlerinin çocuklarıyla ilgilenmeye başladı. Tepki gösteren anne babalar, çocuklarıyla ilgilenmesinden rahatsız olduklarını söylediler. Uzak akrabalara, komşulara, yabancılara kısaca herkese gitti. Yusuf’u dinleyecek zamanları yoktu. Hayatlarını başka şeyler doldurmuştu. Açgözlü, cimri, korkak ve bencil bir hayata tutunmuşlardı. İnsani değerler, dini değerler gibi toplumu aşıp gitmişti. Hiçbir uğraşısı fayda vermiyordu. Bu ölü şehirde dirilmeye niyetli hiç kimseyi göremiyordu. Üstelik farklı oluşu ve çabalarından dolayı çevrede adı deliye çıkmıştı. Uzunca uğraşılardan hiçbir netice alamayınca bu lanetli şehri terketmeye, Allah’ı unutmamış insanların yaşadığı başka yerlere taşınmaya karar verdi. Durumdan haberdar olan annesi tepki gösterdi. Kötü de olsalar birkaç günde bir torunlarıyla görüşmek, en azından yakınlarında yaşamak istediğini söyledi. Annenin bu talebi Yusuf’un hesaplarını altüst etmişti. Yaşlı kadının gönlü olmadan lanetlik şehirden ayrılmak istemiyordu. Ailesinden başka sözünü dinleyecek kimsesi yoktu. Evini Kur’an evine döndürmeye, eşi ve iki çocuğuyla Allah’ın emrettiği şekilde, kirlere bulaşmadan yaşamaya çalışacaktı. Allah Teala’nın ferecini hasıl edeceği zamana kadar sabredip tek başına da olsa hak bildiği yoldan yürüyecekti. Canı sıkıldığında ve ruhu sıkıştığında Hz. Nuh (as)’un duasının iklimine sarılıyor, bu muntazam duayı dilinden eksik etmiyordu. “Rabbim! Beni, babamı-anamı, inanarak evime gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla; zalimlerin de sadece helâkını artır (onların köklerini kurut)." Abdullah ŞAFAK |