Şehir, ağır kütleli bombaların ateş saçan yüzü karşısında bütün gücüyle direniyordu. Kurulduğundan beri çok kere bombardımanla karşılaşmış, ancak böylesi ağır ve şiddetli darbeler ilk kez gövdesine isabet ediyordu. Bu büyük musibetten alnının akıyla çıkmak için son nefesine kadar direnmeye kararlıydı. Zorluğun en büyüğünü şehrin kadınları, çocukları ve yaşlıları çekiyordu. Kendilerini savunma imkân ve güçleri oldukça zayıftı. Yürekleri ağızlarına gelmiş bu kesimler, dayanma güçlerini kat kat aşan şiddete teslim olmamak ve şehre ayak uydurmak için çırpınıyorlardı. Ağır kütleli bombaların ateşi en çok da onları yakıyordu. Ebu Muhsin, her zaman olduğu gibi düşman askerlerin tank seslerinin kısa sürede sokaktan duyulacağını düşünüyordu. “Bundan sonra yaşamanın ne anlamı olacak ki? Ömür boyunca baskılardan ve zulümlerden başka bir şey mi gördüm?” dedi kendi kendine. En zor günlerde kullanmak amacıyla satın aldığı keleşini sakladığı yerden çıkarıp bir bezle sildi. Mermilerini kontrol etti. Silahının kendisi gibi savaşa hazır olduğunu anlamıştı. Henüz onuna yeni girmiş torunu Hamza’nin içeri girmesi üzerine kısa bir şaşkınlık geçiren dede, silahı saklama gereği duymadı. Yaşlı dedesinin elinde silahı gören Hamza: — O da ne dede? Nereden getirdin onu? Ne yapmak istiyorsun? dedi. —Bu benim arkadaşım! Ben ve o, her ikimiz el ele verip düşmanla savaşacağız! —Dedeciğim, sen savaşamazsın! Yaşlı insanlar savaşabilir mi? Onu bana ver, ben savaşacağım! —Hayır evladım! Sen çocuksun, yapamazsın! Ebu Muhsin’in yetmiş yıllık hayatı düşmanın bitmek bilmeyen zulmünün derin izlerini taşıyordu. Düşmanın Filistin'e her darbesi yüz çizgilerine yenilerinin eklenmesine yol açmıştı. İnsani hiçbir özelliği olmayan düşman, canı istediğinde toprakları işgal ediyor, istediği yerleri yakıp yıkıyordu. İnsanlardan kimini öldürüyor, kimini de esir alıp beraberinde götürüyordu. Her karışı tarihin bir sayfasını yansıtan bu topraklarda vahşi düşmanı kimse durduramıyordu. Yıllarca Filistin halkının bel bağladığı el- Fetih Örgütü’de hiçbir şey yapamamıştı. Siyonist ordu topraklarının bir köşesinde belirince can derdine düşen el-Fetih militanları, canlarını korumak için topraklarını terkedip başka ülkelere kaçıyorlardı. Bütün bu yaşadıkları Ebu Muhsin’i anlamsız bir umutsuzluğa ve garip bir güvensizliğe sürüklemişti. Her fırsatta hıyanete uğrayan Filistin gençliği, yıllar sonra kendi eliyle kendi mücadele çizgisi geliştirmeyi kararlaştırdı. Gövdelerini siper ederek düşmana karşı çıkan ve direnen bu gençler, henüz çok kapsamlı bir işgal saldırısıyla karşılaşmamışlardı. Tecrübelerinden yola çıkarak düşmanın işgal hareketleri karşısında kimsenin duramayacağını düşünen Ebu Muhsin, sokağına girecek düşman askerlerinin karşısına çıkıp taramanın hesaplarını yapıyordu. Şehir kocaman bombardıman uçaklarının kustuğu bombaların önünde durmaya çalışırken, Siyonistlerin tank paletlerinin seslerinden haber yoktu. Ebu Muhsin, şeytanlıkta hiç kimseye pabuç bırakmayan düşmanın yeni taktikler kulanıp tepeden yağdırdığı bombalarla şehir halkını öldürmek istediğini, böylece silahının hiçbir şeye yaramayacağını düşününce canı sıkılmıştı. Düşmanı gözetlemek için hergün birkaç kez sokağa çıktığı halde düşman askerlerinden haber yoktu. Bir hafta boyunca kocaman bombalarla şehri vuran düşmanın kara harekatıyla işgale başladığı haberleri duyulmaya başlandı. İçindeki ateşleri şehrin üzerine boşaltan uçaklar aynı tempoyla ölüm kusmaya devam ediyorlardı. Radyosundan duyduğu haber üzerine keleşini kabanının altında saklayan Ebu Muhsin, düşman askerlerini karşılamak için sokağa çıktı. Sokak başına ulaştığı halde etrafta yükselen dumanlardan başka hiçbir şey görünmüyordu. Uzaklardan silah sesleri kulağına kadar geliyordu. Bir ayağı evde, bir ayağı sokak başında defalarca gidip geldiği halde düşmandan haber yoktu. Eskiden yarım saat içerisinde şehri baştanbaşa turlayan düşmanın gelmemesi sinirlerini germeye başlamıştı. Saatler geçtiği halde düşmandan haber yoktu. “Hain düşman acaba hangi şeytanlıkların peşinde?” deyip ümidini kesmeye başlamıştı. Yeniden eve gidip radyosunun yanına oturdu. Aralıksız savaş haberleri veriliyordu. “Düşman ordusunun başlattığı büyük çaplı kara harekâtının gençlerin şidetli direnişiyle karşılaştığını, şaşkına dönen düşman askerlerinin geri çekilmek zorunda kaldığı” söyleniyordu. Düşmanı iyi tanıyan Ebu Muhsin :“Bu doğru olamaz! Düşman yine bir şeytanlık peşinde!” dedi. Baştan aşağı silahlı, modern silahlarıyla istediği yerleri yakıp yıkan düşman ordusunun önünde kimler, hangi silahla durabilirdi ki? Oğlunu çağırıp: —Ebu Salih! bu radyo neler söylüyor? Bu düşmanı Arap ülkeleri durduramıyordu! Ben bu işten hiçbir şey anlamadım, dedi. Ebu Salih: —Babacağım! Artık her şey değişti. Filistin’in imanlı gençleri cephelerde savaşıyor. Bundan sonra düşman elini kolunu sallayıp topraklarımızı işgal edemez! dedi. Düşmanın acımasızlığı ve güçlü silahları karşısında direnişin olabileceğine inanamıyordu. Ömrü boyunca böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Şaşkınlığını gizleyemeden: —Oğlum! Onların silahlarına karşı kim durabilir ki? Bir türlü inanamıyorum. Bu Allah’ın işi olmalı! Onlar birkaç günde koca ülkeleri yerle bir ediyorlardı. Ellerindeki birkaç keleşle gençler nasıl direnebiliyorlar? —Bunlar imanlı gençler, seve seve ölümün üzerine yürüyorlar. Onlarla karşılaşan düşman korkuya kapılıp kaçışıyor! Hayretler içerisinde kalan Ebu Muhsin’in gözlerinden sevinç gözyaşları dökülüyordu. Allaha şükredip: “Artık bu toprakların çocukları direnebiliyorlar! Bu Allah’ın işidir. Allahım onları koru! Onları muhafaza et!...” diyerek dualarını ard arda sıralamaya başladı. Düşmanın ansızın sokak başında belireceği beklentisinden kendisini kurtaramıyordu. Her ne kadar çocuklar dirense de silahını kuşanmış halde sokak başında bekliyordu. Akşam saatlerine kadar beyhude bir bekleyiş içerisinde kalmıştı. Düşmandan haber yoktu. Merakını cevaplandırmak için radyonun başına koşup gelişmeleri öğreniyordu. Haberler, direnişe takılan düşmanın, daha önce elini kolunu sallayarak girdiği şehre bir türlü yaklaşamadığını söylüyordu. Yerinde duramayan Ebu Muhsin cepheye gidip bizzat direnişe katılmayı düşünmeye başladı. Oğlunu çağırtıp; —Ebu Salih! Beni direnişçi çocukların yanına götür, onlarla birlikte savaşmak istiyorum! —Baba sen savaşamazsın! Direnişçiler kocaman tanklara karşı savaşıyorlar. Bu yaşlı halinle seni kabul etmezler! —Hayır oğlum! Mutlaka direnişe katılıp düşmana karşı savaşmalıyım. Ebu Salih’in ısrarları para etmiyordu. Yaşlı baba, düşmana karşı savaşmak istiyordu. Babasını ikna edemeyen Ebu Salih, havanın karardığı saatlerde cepheye gitmenin tehlikeli olacağını, ertesi gün kendisini götüreceğini söyledi. Başka çaresi olmayan Ebu Muhsin bu teklife isteksizce boyun eğmek zorunda kaldı. Şehir, acımasız düşmanın uçak, helikopter ve tanklarından gece boyunca fırlatılan ateşlerinin altında ağır heykeliyle direnmeye çalışıyordı. Dualarıyla ve yürekleriyle şehrin heykelini yıkılmaz kılan halktan fırsatını bulanlar bir kenarda haberlere kulak kabartıyordu. Düşmanın şiddetli direniş karşısında tutunamaması, sokaklarından yeni cenazeler çıkan ve evlerinin üzerinden dumanlar yükselen şehirlerin yüzlerinde sevinç ve mutluluk duygularının nakışlanmasına sebep oluyordu. Sabaha kadar gözlerine uyku girmeyen Ebu Muhsin, ilk ışıklarla birlikte silahını kuşanmış cehpeye gitmek istiyordu. Oğlunun ısrarları üzerine bir iki lokma ekmeği birkaç tanesi dökük dişlerine fazla iş bırakmadan mideye gönderdi. Israrların önünde duramayan Ebu Salih, babasıyla birlikte dışarı çıktı. Babasını nereye götüreceğini bilmiyordu. Silah seslerinin susmak nedir bilmediği dış mahalleye yöneldiler. O esnada düşmanın başlattığı şiddetli saldırıya direnişçilerin yoğun karşılık vermesiyle savaş iyice kızışmıştı. Silah seslerine biraz daha yaklaşınca önlerini kesen silahlı gençler, daha ileriye gidemeyeceklerini şiddetli çatışmaların yaşandığını söylediler. Ebu Salih; — Baba durumu görüyorsun. İleriye bırakmıyorlar, haydi geri dönelim! — Sen evine dön! Ben savaşmak için geldim, geri dönemem! Geri dönmesi için gençlerin ricası hiçbir sonuç vermemişti. Uzun süredir bu anı beklediğini, bir ömür başlarına vuran düşmanla savaşmak için geldiğini, dönmesinin mümkün olmadığını söyledi. Ebu Salih yalnız başına dönmek zorunda kaldı. Yaşlı adam en ön safta savaşmak istiyordu. Gençlerin yalvarmalarını duymak bile istemiyordu. Çaresiz gençler yaşlı adamı iki kişiyle birlikte cephenin ön hattına gönderdiler. Ön hattaki cehpe komutanı durumdan haberdar edildi. Komutan Muhammed Ali'nin yaşlı adamın elinden öpüp yalvarmasının faydası olmamıştı. Ne pahasına olursa olsun savaşmak istiyordu. Yaşlı adamı iknada başarısız kalan Muhammed Ali, taze nefes savaşçıyı yanına alıp en yakın mevziye götürdü. Mevzideki gençlerin yüzlerine teker teker bakan Ebu Muhsin, engel tanımayan düşmanı durduran kahramanların imanla yoğurulmuş duruşları karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ömrü boyunca ilk defa böyle bir manzarayla karşılaşıyordu. Bu gençler ölümün üzerine korkusuzca gidiyorlardı. Düşmanın yağmur gibi yağan ateşinin önünde dimdik durduran silahın iman olduğunu, imanın sırrının düşmanın silahlarını etkisiz hale getirdiğini gençlerin yüzünden rahatlıkla okuyabiliyordu. Yıllar sonra ilk defa silah kullanıyordu. Zor günler için sakladığı keleşi munis bir dost ve muti’ bir hizmetçi gibi görevini hakkıyla yapıp içindekileri düşmanın tepesine boşaltıyordu. Ebu Muhsin, 60 yılın intikamını alırcasına yükleniyordu. Yerden düşmanın tank ve toplarının ağır ateşiyle birlikte, gökyüzünden uçak ve helikopterlerden ateş yağmaya devam ediyordu. Üç saat aralıksız devam eden çatışmalarda direnişçiler karşısında tutunamayan düşman ordusu geri gitmek zorunda kaldı. Ebu Muhsin yaşadıklarına bir türlü inanamıyordu. Düşman bir adım bile ilerleyememişti. Bu şaşırtcı manzara karşısında gözlerinden yaşlar boşalan yaşlı savaşçı, savaş arkadaşlarını teker teker kucaklayıp alınlarından öptü. Öğlenden sonra düşman yeni bir saldırıyla yüklenmeye başlamıştı. Bu seferki ateş çok daha yoğundu. Yoğun ateşle direnişi yarıp şehre girmek istiyordu. Ancak direnişçiler çelikten set gibi karşısında duruyorlardı. Usta bir savaşçı gibi direnen Ebu Muhsin, düşmanı daha da yakından taramak için mevzisinden dışarı fırladı. Savaş arkadaşlarına aldırmadı. Yaşlı adamın tehlikeli hareketine engel olmak isteyen Ahmet, yerinden fırlayıp Ebu Muhsin’in arkasına takıldı. Bu arada düşman askerlerinin kurşunları yaşlı adamın bedenine isabet etmişti. Yaşlı savaşçı fazla dayanamadan yan tarafına yıkıldı. Savaşın kızgın anında kurşun yağmuru altından arkadaşlarını çekip cehpe gerisine, oradan da hastahaneye götürdüler. Doktorların müdahalesiyle bedenindeki iki kurşun çıkarıldı. Yüzlerce yaralının inim inim inlediği hastahanede kendisi için boş yatak olmayınca eve götürüldü. Bedenindeki ağır yaralar Ebu Muhsin’in umurunda bile değildi. Direnişçi arkadaşlarının durumunu soruyor, bir an önce cepheye dönmek istiyordu. Düşman ordusu, direniş karşısında her gün biraz daha zorlanıyordu. Hasta yatağında zor günler geçiren Ebu Muhsin’in kulakları cehpedeki gelişmedeydi. Onlarca yıldır kimsenin durduramadığı düşmanın yenilgisini görmeden ölmek istemiyordu. Sağlığı gün geçtikçe bozuluyordu. Oysa direniş her gün biraz daha güçleniyordu. Cepheden geri kalma Ebu Muhsin’e oldukça fazla dokunuyordu. Ancak yaralarının ağırlığı yerinden kımıldamasına izin vermiyordu. En gelişmiş silahlara ve ölüm kusan bombalara rağmen kadın ve çocukları öldürmekten ve mazlum halkın evlerini başlarına yıkmaktan başka bir şey yapamayan düşman, direniş karşısında tutunamayınca savaşı durdurmak zorunda kaldı. Vahşi düşman, atmış sene sonra ilk defa direnişe boyun eğiyordu. Küçük Hamza, haberi duyduğu gibi dedesinin yanına koştu; —Dede! Müjdemi ver! Zafer kazandık. Düşman geri kaçıyor! Konuşmaya takatı kalmayan Ebu Muhsin’in gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Ömrü boyunca beklediği haber ölüm yatağında gelmişti. Duasını kabul edip dünya gözüyle zaferi tattığı için Allah’a şükrediyordu. Çocuklar gibi halay çekerek, yumruğunu havaya kaldırıp tekbirler getirerek zaferi kutlamak istiyordu. Ancak bedenindeki ağır yaralarla bütün bunlara imkân kalmamıştı. Üç haftalık ağır ateşle yerle bir olan binaları, şehit düşen ve yaralanan pek çok sakiniyle birlikte şehir, dimdik ayakta kalmayı başarmıştı. Haremini aşağılık düşmana çiğnetmemişti. Ağır musibetlere rağmen zafer sevinci yaralı kalplerin yüzlerinde ayın öndürdü gibi parıldıyordu. Sokaklara çıkan halk birbirini kucaklayıp, atmış sene sonra gelen inanılmaz zaferi halay çekerek kutluyordu. Ebu Muhsin’in cephe arkadaşlarının ilk işi yaşlı savaşçıyı ziyaret etmekti. Misafirleri kapıda karşılayan Ebu Salih, onları Ebu Muhsin’in odasına götürdü: — Baba! Cephe arkadaşların gelmiş! dedi. Yaşlı adamdan ses çıkmamıştı. Babasının uyuduğunu zanneden Ebu Salih, uyandırmak için yorganı aralayınca yaşlı adamın ruhunu teslim ettiğini anladı. Kendisine hakim olamadan ağlamaya başladı. Cehpe komutanlarından Muhammed Ali, Ebu Muhsin’in yatağına yaklaşıp yorganı göğsüne kadar indirdi. Yaşlı adamın keleşini kucaklayıp sağ eliyle iyice kuşattığını, yastığını ıslatan gözyaşlarının ıslaklığının yanaklarındaki yerini koruduğunu farketti. “Ey büyük mücahit! Sen görevini hakkıyla yaptın! Kahramanlar gibi savaşıp şehid düştün. Şimdi sıra bizde! Silahını bize ver!” diyerek şehidin kucağındaki silahı alıp Ebu Salih’e uzattı. Silahı alan Ebu Salih “Babacığım! Düşmana karşı kahramanca savaşıp şehit oldun. Şimdi sıra bende! İnşallah bu silahın hakkını verecek, kanımın son damlasına kadar düşmana karşı savaşacağım” deyip silahı öptü ve evin duvarına astı. Yaşlı kahramanın alnından teker teker öpen gençler, “Ey büyük mücahit! Şimdi iki bayramı birlikte kutluyoruz. Biri bütün Filistin’in ve bütün İslam ümmetinin zaferi, diğeri de senin şehadetin. Her ikisi de bize mübarek olsun!” deyip yorganı şehidin yüzüne kapattılar. Abdullah ŞAFAK |