(Kurban Edilen Bir Toplumun Hazin Öyküsü) Yüzlerce yıldır yan yana, içiçe ve omuz omuza yaşayan halkımı birbirine kırdıracak, henüz Kerbela’da dökülen temiz kanların hesabı sorulmadan yeni felaketlerin kapısını açıp insanımın kanının akıtılmasına sebep olacak projeyi duyunca ciddi ciddi irkilmiştim. Bu çirkin teklif izzeti nefsime dokunmuştu. Elimde olmayan tabii bir tepkiyle: - Efendim, böyle bir girişim mezhepler arası çatışmalara ve bir çok insanın kanının akmasına yol açar. Yüzlerce yıldır aralarında hiçbir sorun olmadan birlikte yaşayan halkımın birbirine girmesi büyük facialara sebep olur! - Korkmana gerek yok Abdullah Bey! Öyle bir şeye biz de razı olmayız. Geri kalmış halkınızı kültürel açıdan geliştirmek istiyoruz. Yıllarca size kan kusturan Saddam ve ekibini dağıtmakla başınızdan büyük belaları def etmedik mi? Bu karışık ortamda güvenliği temine çalışıyoruz. Bu arada, güvenlik ve refah içinde yepyeni bir hayata başlaması için aileni istediğin ülkeye gönderebileceğini, çocuklarını istediğin okullarda okutabileceğini de bildirmek isterim. - Ne yapmamı istiyorsunuz efendim? - Bilimsel bazı araştırmaların dışında senden istediğimiz fazla bir şey yok. İşbirliğine evet dersen, daha detaylı konuşabiliriz. - Düşünmem için bana iki üç gün süre verebilir misiniz? - O kadar zamanımız yok! Sana sadece bir gün süre verebilirim! Düşün, taşın, kararını ver. Buradan bir yere gidemezsin. Karar verdiğin zaman görevliyle bana haber gönderebilirsin! dedi. John ve arkadaşları önlerindeki dosyaları toplayıp çıktılar. Kocaman odada yalnız başımaydım. Ne yapacağımı bilmeyecek kadar zavallı ve çaresizdim. İşgalcilerin ümmeti parçalayacak zaafı kurcalayarak, can çekişen Müslüman halkı meydanlarda birbirine kırdırma programları iyiden iyiye kaygılandırmıştı. Bu ateşin alevlendiricisi olmamak için bir yol bulmalıydım. İşbirliğini ret durumunda benden vazgeçebileceklerini düşünmüyordum. İşkence haberlerinin her gün daha fazla kulakları sağır ettiği Ebu Gurayb ya da Guantanamo dışında bir yerin reva görüleceğini tahmin etmiyordum. Ailemi alıp kaçma düşüncesiyle üç günlük süre talebim kabul edilmemişti. Sıkıntılar içerisinde bocalayıp anlamsız düşünceler arasında mekik dokurken, karanlığın Bağdat’ı kuşattığını fark ettim. Tam da namaz vaktiydi. Kapıdaki askere seslenip abdest almak istediğimi söyledim. Bir parça gazetenin üzerinde namaz kılıp dua atmosferinde derince bir gezinti yaptım. Nöbetçinin getirdiği akşam yemeğinden sadece iki üç kaşık pilav alabilmiştim. Aç olduğum halde boğazımdan hiç bir şey geçmiyordu. Bir yeraltı hücresine diri diri gömülmekten korkuyordum. Diğer taraftan halkımın fitne ateşinde yakılmasının faillerinden olmayı da kendime yediremiyordum. İkisinin arasında bir tercih yapmak zorundaydım. Ne bu dünyada vicdanıma söz geçirebilir ne de ahirette hıyanetlerin hesabını verebilirdim? Korku çemberinde akla danışmanın ciddi zorlukları vardı. Kendi kendimle şiddetli bir çatışmanın önünü açsa da işgalcilerle işbirliği yapma duyguları daha baskın çıkıyordu. Onları oyalarım diye düşünüyordum. Ne de olsa kültürleri farklı olduğundan bu işleri fazla da kavrayamayacaklardı. Henüz iki üç saat geçmişti ki nöbetçiye seslenip John Bey ile konuşmak istediğimi söyledim. Daha önce beraberinde bulunan adamlardan biri olduğu halde on dakika içerisinde John çıkıp geldi; - Selam aziz dostum! Kararını verdin mi? - Evet efendim! - İşbirliği yapıyorsun değil mi? - Eve efendim! Ancak bir şartım var! Lütfen Irak halkının birbirine düşmesine sebep olacak işleri benden istemeyin! - Merak etme! Irak halkı bizim dostumuz. Onlara demokrasi getirmek ve haklarını korumak için binlerce kilometre öteden kalkmış, evlerimizi terk edip buralara gelmişiz. Onların zararını asla istemeyiz. Kararında isabet ettiğin için seni kutlarım. Şimdi iki yeni dost olarak birlikte çalışabiliriz. İlk yapacağımız iş, Sünni kaynaklarında Şia mezhebiyle ilgili bütün değerlendirme ve yorumları toplamanız. Bu konuda bizim de bazı çalışmalarımız var. Değişik kaynaklardan topladığımız bilgiler var. Faydalanman için onları da sana vereceğim. Nüfus cüzdanımı alıp yanındakine uzattı. Adam, çantasından çıkarttığı “İşbirliği formunu” doldurup bana imzalattı. Çantasından çıkarıp bana verdiği on bin doları alınca resmen işe başlamıştım. Yapacağımız işler hakkında açıklamalarda bulunan John: - Sevgili dostum! İstersen çocuklar seni evine bırakabilirler. Bu gece misafir olarak da kalabilirsin. Ancak, bir aylık zamanın var. Bahsettiğim konularda geniş bir araştırma yaparsın. Bir ay sonra araştırma neticeleriyle gelirsin. Çok ciddi olan bu işi kimsenin duymaması gerektiğini de bilmelisin. Çocuklarımın merak edeceğini söyleyerek daha önce beni alan askerlerle birlikte ayrıldım. Evim yas evine dönmüştü. Eşimin ve kızlarımın gözleri kıpkırmızıydı. Beni karşılarında görünce yüzlerinde üzüntü ve kederin yerinde şaşkınlık dolu anlamsız mutluluk duyguları belirmişti. Aileye nisbi bir rahatlama hakim olmuştu. En azından Amerikalıların “Evde terörist var” diye evimizi basmayacağını tahmin edebiliyorduk. Ancak yine de dışarı çıkmaktan korkuyorduk. Dışarı çıkınca, adressiz bir kurşun ya da bir bombaya hedef olmayla hayata son noktanın konulması ihtimali sürekli vardı. İşgalcilerin parasıyla ekonomik açıdan ciddi bir rahatlamanın içine girmiştik. Bu arada zor durumdaki bazı akrabalarıma birkaç yüzer dolarlık yardım yapma fedakârlığından da geri durmamıştım. Bir ay içerisinde yoğun bir çalışmayla görkemli kütüphanemi elden geçirmiş, epey bilgi toplamıştım. Topladıklarımın tümü Şiileri karalayıcı mahiyette şeyler değildi. Onları öven yazılar da vardı. Bir ay sonra çalışmalarımı yerleştirdiğim bir çantayla sözleştiğimiz saatte, söz konusu parka gittim. Yanıma gelip beni adımla çağıran sivil giyimli biriyle birlikte ayrıldım. Yüz metre ileride bekleyen bir taksiye uzaklaştık. Bu sefer gözü açık gidiyordum. Amerika askerlerinin korumasındaki bir bölgeye girip iki üç yüz metre ilerledikten sonra iki katlı bir evin önünde durduk. Eve girip ikinci kata çıktık. John salonda oturuyordu. Bir ay içerisinde yaptığım çalışmaları detaylı bir şekilde anlattım. John, çalışmalardan epey hoşlanmıştı. - Aziz dostum! Söyledikleri kadar varmışsın! Yaptıklarınla bizi şaşırttın doğrusu. Bundan sonra daha faal çalışmak zorundayız. İstersen buraya her gün gelirsin birlikte çalışmalarımızı yürütürüz. Şehrin başka bölgelerinde, özellikle güvenilir bir yerinde güzel bir ev kiralayabilirsen daha rahat çalışma imkânı olur. Başka yerde ev kiralama durumunda daha rahat çalışabileceğimizi söyledim. Bunun üzerine John; - Bizim çocuklardan para alırsın. Gider bir ya da iki katlı bir bina kiralarsın. Güzelce döşeyip bir de kütüphane kurarsın. Telefonla faaliyetlerinden her gün haberdar etmelisin. Paramı alıp ayrılmak üzereyken, John: - Abdullah Bey! Şiilere yönelik bazı projelerimiz var. Bizimle çalışacak senin gibi ilmi kariyeri yüksek birilerine ihtiyacımız var. Bu konuda kimi tavsiye edebilirsin? dedi. Korktuğum şey gerçekleşiyordu. Ancak teslim olmanın dışında bir çarem de yoktu. Üniversitede birlikte çalıştığım, dostlarımdan ve meslektaşlarımdan birinin adını verdim. Adresini bildiğim halde bilmediğimi söyledim. Şehrin emniyetli bir bölgesinde iki katlı güzel bir bina kiraladım. Giriş kapısının üzerinde “Ehli Sünnet Yayınevi” yazdırdım. Yakın akrabalarımdan iki genci ve oğlumu yanıma alıp işe başladım. Prof. John ile birlikte birkaç gün çalışıp “Şiilerin Sapık Düşünceleri” isimli bir kitapçık hazırladık. Birkaç gün geçmeden John’un Amerikan askerlerinin matbaasında bastırdığı binlerce nüshalık kitap büroya getirildi. Kitaplar öncelikle Bağdat’ta dağıtılacaktı. Oysa binlerce kitabı dağıtmak bizim için ciddi bir sorundu. Binlerce kitabı dağıtacak imkân ve tecrübemizin olmadığını John’a bildirince, ertesi gün yanlarında çalıştıklarını söylediği beş Iraklıyı gönderip kitapların çoğunu aldırdı. Geriye kalan birkaç yüz kitap bürodaki gençler tarafından John’un temin etiği adreslere yazılıp posta merkezine gönderildi. Kitabın Şiilerin şiddetli tepkisine yol açacağını biliyorduk. Nihayet öyle de oldu. Şiilere ait gazete, dergi ve internet sitelerinden bir kısmı birilerinin Şiilere iftiralarla dolu kitap yayınlayıp fitne ateşini yakmaya çalıştığını söylerken, bazıları ise Sünnilere ateş püskürüyordu. Yıllarca Şiilerle içiçe yaşayan Sünnilerin bir kısmı bu kitaptan dolayı rahatsızlıklarını dile getiriyorlardı. Akşam televizyondan haberleri izlediğim bir sırada evimi arayan John, sebep olduğum büyük başarıdan dolayı beni tebrik etti. Oysa ben, büyük bir fitne ateşinin kapısını açmaya sebep olduğumdan dolayı kendimi bir türlü affedemiyordum. İçimi kemiren büyük sıkıntılarla birlikte şeytan beni kışkırtmaya devam ediyordu. Azınlıkta olan Sünnilerin haklarının korunması için bunun da bir mücadele yolu olduğunu kulağıma üfürüyordu. Bağdat’tan sonra diğer şehirler de çalkalanma başlamıştı. Şii gençlerin öfkesi zirveye vurmuştu. Ortalığı sakinleştirmek isteyen Necef uleması yoğun çaba harcıyordu. Fitne ateşini yakanların Sünni olmadığını, Saddam taraftarlarının ya da Amerikalıların bunu yaptığını söylemelerine rağmen halkın Sünnilere bakışı endişe verici boyuta ulaşmıştı. Ulusal gazetelerin bir kısmı bu tepkilere tercümanlık yapıyordu. Kitabın dağıtımından sonra John, normal aylığımın dışında ödül olarak bana on bin, büro çalışanlarına da biner dolar para verdi. Yeni bir kitap için çalışmaya başladık. Kitabımızın konusu “Şii düşüncede şirkin temelleri” çerçevesindeydi. Yine uydurma rivayetler, yalan yanlış yorumlarla yeni kitap için hazırlığımızı sürdürürken, Şiilerin Sünnilerle ilgili kitaplarının piyasaya sürüldüğü haberi ulaştı. Kitabın ismi “Ömer’e lanet getirmenin faziletleri” idi. Kitabın piyasaya girmesiyle ortalık barut fıçısına dönmüştü. Şiilerle Sünnilerin birbirlerini tehditleri gazete sayfalarına kadar yansıyordu. İki taraftan sağduyulu ulemanın sükûnet çağrıları mutaassıp kesimin kulaklarına bile ulaşmıyordu. Özellikle işgalcilerin çizgisinde yayın yapan Şii ve Sünni gazeteleri kavgayı körüklemek için halkı galeyana getirmeye çalışıyorlardı. Bu arada John mutluluktan uçuyordu. “Biz bu işi başardık” diyordu. Doğru da söylüyordu. Yüzlerce yıldır birlikte yaşayan, tarihin hiçbir döneminde mezheplerinden dolayı birbirleriyle problem yaşamayan insanlar şiddetli düşman kesilmişlerdi. Henüz ikinci kitabımız çıkmadan, kim tarafından atıldığı belli olmayan bombanın Şii camiine atılmasıyla secde halindeki çok sayıda Müslüman hayatını kaybetti. Ardından Sünnilere ait camiye bomba atılmıştı. Bu camide namaz kılan çok sayıda insanın kanı cami tavanına kadar sıçramıştı. Bu haberleri duyunca maşa olarak kullanıldığım bu çirkin işten vazgeçmeye karar verdim. John’a telefon açıp görüşmek istediğimi söyledim. İşgalci askerlerin bölgesindeki iki katlı binada görüşebileceğimizi söyledi. Zevkten dört köşe olmuş John, “Dostum Abdullah! Bana verilen görevi zatıâlinizin yardımıyla başarılı bir halde yürütmenin mutluluğunu yaşıyorum. Değerli başkanımız Bush beni özel olarak arayıp teşekkürlerini iletti. Bu büyük başarıyı sizlere borçluyum” dedi. John’un bu sözlerinden sonra kendimi aşağılanmış ve toplumuma hıyanet etmiş hissettim. Iraklılar birbirlerini sokaklarda ve mescitlerde öldürürken, Amerikalılar halkımın ölümünü içkilerle kutluyordu. Hıyanet çemberinde maşalık görevini üstlenen biri olarak Batının ölüm kokan kültürel savaşında milletimi içten vurmanın sıkıntısıyla tutuşmuştum. Kahvemizi yudumladıktan sonra konuyu açıp, “Sebep olduğum bir işten dolayı halkımın birbirinin canına girmesinde kendimi suçlu hissediyorum. Bundan sonra bu işi sürdürmek istemiyorum. Beni mazur görün lütfen!” dedim. Yüzündeki gülücükler peş peşe dağılan John, elini hızlı bir şekilde sehpaya vurup, “Henüz işin başındayız. Bizi yarı yolda bırakamazsın! İlle de gitmek istiyorsan, buyur git! Ancak, işi yarıda bırakmanın karşılığına da katlanman lazım! Değerli dostum! Böyle bir şeyin altından kalkamayacağını bildirmek isterim. Kendine yazık edersin! Paran azsa söyle, daha fazlasını verelim. Çocukların güvende değilse, istediğin ülkeye göndermeye hazırız. Orada istediğin okullarda okutmayı taahhüt ediyoruz” dedi. Bu şiddetli tehditle bütün ümitlerim tükenmişti. Her şeye rağmen işi bırakma durumumda çocuklarımın başına kim bilir neler gelecekti. Belki bir daha onları göremeyecektim. Hiçbir çıkış yolu bulamıyordum. Tamamıyla günaha batmıştım. Fırsattan faydalanıp çocuklarımı emin bir yere göndermenin dışında yapabileceğim bir şey yoktu. Sözü değiştirip; -Efendim, çocuklarımın geleceğinden emin değilim. Onların başka bir ülkeye gönderilmelerini, çocuklarımın orada eğitimlerini sürdürmelerini istiyorum, dedim. John: - Tamam dostum! İstediğin yere gönderelim. Mesela Londra’ya ne dersin? - Londra’ya gönderebilirseniz çok iyi olur. - Kimliklerini getir, bir ay içerisinde göndeririz! dedi. Çaresiz bir şekilde işimin başına döndüm. İkinci kitabın basılıp dağıtılmasından sonra John beni arayıp pasaport ve vizelerin hazır olduğunu, bir hafta içerisinde çocuklarımın gidebileceğini, Londra’da ev tutup döşediklerini, benim de çocuklarla birlikte gidip 20 gün dinlenebileceğimi söyledi. İkinci kitapla birlikte Şii-Sünni çekişmesi zirveye vurmuştu. Her gün ülkenin değişik yerlerinden daha fazla kan haberleri geliyordu. İkinci kitap, işi tamamen çığırından çıkarmıştı. Ailemle Londra’ya uçarken, arkamda alevlenmesine yardımcı olduğum fitne ateşinin içerisinde Şiilerle Sünniler birbirlerini yok etmek için her yola başvuruyorlardı. Fitneyi zirveye tırmandırıp bir toplumun ölümüne sebep olma karşılığında Londra’da çocuklarım için bütün imkânlar hazırlanmıştı. Müstakil, döşeli lüks bir ev, bahçesinde kullanmamız için hazırlanmış sıfır bir araba duruyordu. CİA ajanı olduğunu sandığım iki Amerikalı eve uğrayıp çocuklarımın ihtiyaçlarını karşılamak için görevlendirdiklerini söylediler. İlk etapta çocuklarımın İngilizce öğrenmeleri için kurs temin etmelerini, ardından da okula gönderilmelerini istedim. Bu arada Irak’la ilgili haberleri yakından izliyordum. Londra’da henüz on günüm dolmadan Şii tarafın ikinci kitabı piyasaya çıkmıştı. Kitabın ismi; “Sünnilerin Mü’min Olmadıklarının Delilleri” idi. İşgalcilerin Şii ekibinin çıkardığı kitaptan sonra her gün daha fazla camiye bomba atılıyor, insanlar kaçırılıp kurşuna diziliyor, gencecik delikanlıların boğazları kesiliyor ve kalabalık yerlere bombalar atılıyordu. Irak kocaman bir cehenneme dönmüştü. Londra’da benim için hazırlanan villanın koltuğunda kahvemi yudumlarken, ülkemde tutuşturduğum cehennem ateşini izlemek hiç de zevkli gelmiyordu. Tatilimi tamamlayıp Irak’a döndüm. John’un mutluluğu zirvedeydi; - Dostum! Sanırım yeterince dinlendin. Çocuklarının yerinden de memnunsundur herhalde. Bundan sonra yeni işler için hazır mısın? - Hazırım efendim! Ne istiyorsanız yapalım! - Kitap çalışmamız devam edecek. Ancak aylık bir dergi çıkarmamız lazım. Müstear isimlerle yine aynı konuları işleriz. Dergiyi çok düşük fiyata ya da parasız şekilde bütün Irak’a dağıtırız, dedi. Dergi işine başlayınca büroya Sünni çocuklardan üniversite mezunu dört eleman daha aldım. Bir ay içerisinde hem dergimiz ve hem de kitabımız hazırdı. Dergi’yi John’un isteğiyle “Ehlisünnet’in Sesi” ismiyle yayınlamaya başladık. Yayınlarımızın piyasaya girişiyle toplum alevleniyor, saldırılar daha fazla artıyordu. Birkaç gün geçmeden Şii kesimden de karşılık gelmişti. Onlar da “Şia’nın Mesajı” isimli dergiyi çıkarttılar. Kan gölüne dönmüş ülkemde çalışmalarımız her geçen gün biraz daha gelişirken, John beni arayıp; -Bugün saat 19’da beş yıldızlı otelde toplantımız var. Mutlaka gelmelisin dostum, dedi. Sürücüm ve iki korumamla birlikte saat 19’da otelin önündeydim. İçeri girdiğimde önlerinde şarap kadehleri John ile birlikte beş kişi oturuyordu. Adamların hepsi yabancıydı. John’un misafirlerinden biri ABD başkan yardımcısı, biri CİA başkanı, bir diğeri ABD’nin Irak’taki ordu komutanı, dördüncü şahıs ise İsrailli bir profesördü. ABD başkan yardımcısı, yaptığım büyük işlerden dolayı beni kutladığını söyledi. Tanışma faslı henüz sona ermemişti ki yeni bir konuk kapıda belirledi. Gelen, John’a daha önce tavsiye ettiğim üniversiteden meslektaşım İbrahim Hadi’den başkası değildi. Onun içeri girmesiyle adeta buz kesilmiştim. Gözü bana ilişince onun da rengi uçmuştu. Yanımdaki boş sandalyede oturdu. John, onu da misafirlerine tanıttı. Başkan yardımcısı büyük hizmetlerinden dolayı ona da teşekkür etti. Daha sonra Başkan yardımcısı devreye girip: - Değerli dostlar! İkinizin başarılı işlerinden haberdarım. Size minnettarlığımı arz ediyorum. Bu çalışmayı daha fazla geliştirmemiz lazım. Bunun karşılığında sizleri fazlasıyla memnun edeceğimizi göreceksiniz, dedi. Bir ara eski dostum İbrahim’e nasıl olduğunu sordum. İç çekerek: - İyi değilim dostum! Millet birbiriyle boğuşurken ben nasıl iyi olabilirim, dedi. O da gelişmelerden rahatsızdı. Ancak içine düştüğümüz cehennem çukuruna her gün biraz daha batıyorduk. Günlük gazete çıkarmaya başlamıştık. Ayrıca mezhepçiliği körükleyen internet sitelerimiz vardı. Büromuzun onlarca çalışanı vardı. Irak, tamamıyla mezhep savaşının yaşandığı büyük bir cehennemi andırıyordu. Bir görüşmemizde John; -Yayınlarımızı İngilizce, Farsça, Türkçe ve Urduca’ya çevirip yayın alanımızı Arap ülkeleri, Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan ve Hindistan’a kadar genişletmeliyiz. Eksiğiniz olursa yeni elemanlar bulun. Şimdiye kadar bastığınız kitap ve dergileri tercüme edin! dedi. Yayınlanmış kitap ve dergilerimizi tercüme ettirip John’a teslim ediyordum. John, bunların basılıp etraftaki ülkelere gönderildiklerini söyledi Çocuklarımın Londra’ya yerleşmesinin henüz üçüncü yılıydı. Bu arada John Amerika’ya dönmüş, onun yerine Cooper getirilmişti. Yılda dört defa çocuklarımın yanına gidiyor, her gidişte bir ay kalıp geri dönüyordum. Ayrılıklardan dolayı ailece huzursuzluk yaşıyorduk. Cooper ile işlerimizin gidişatını konuştuğumuz bir oturumda, artık benim olmamam durumumda da işlerin yürüyeceğini, yoğun faaliyetlerden dolayı yorulduğumu, izin verirlerse bundan sonra çocuklarımın yanında yaşamak istediğimi söyledim. Teklifim Cooper’i fazla memnun etmemişti. Birkaç gün sonra cevabımı ileteceğini söyledi. Bu arada işleri biraz ağıra almaya başlamıştım. Cooper’den cevap beklerken Londra’dan gelen acı haber dünyamı altüst etmişti. 18 yaşındaki oğlum Harun’un trafik kazası geçirdiği haberiyle derhal Londra’ya uçtum. Şaibeli kaza oğlumun ölümüne sebep olmuştu. Kimin çarptığı da bilinmiyordu. Doğrusu faili meçhul bir olaydı. Bu işin kesinlikle işgalciler tarafından yapıldığına inanıyordum. Londra’da henüz on günüm dolmamıştı ki telefon açan John başsağlığı diledi. İstemem durumunda İngiltere’de kalabileceğimi söyledi. Ailemle birlikte onların hazırladığı ev ve tayin ettikleri imkânlarla, gencecik oğlumun acı ölümünden sonra yaşamaya çalışacağımızı düşünürken, birkaç gün sonra kapıya gelen iki kişi, 10 gün içerisinde evi terk etmemizi istediler. Uzun uğraşılar sonucu göçmenlerin zor şartlarda yaşadıkları bir mahallede küçük bir ev kiralayıp taşındık. Bu arada bütün ümidimi bağladığım Amerikalıların bana ödedikleri maaş birden bire kesiliverdi. Yaktığım fitne ateşiyle Iraklılar birbirlerini boğazlarken, dört yıllık hizmetten sonra benim keseme düşen, oğlumun öldürülmesi ve sokağa atılmam olmuştu. Mafyanın kol gezdiği, her gün etrafta bir sürü suçun işlendiği göçmenler mahallesinde henüz birkaç ayımı doldurmuşken, sona eren ikametimin yenilenmeyeceğini söyleyen İngilizler, ülkeyi terk etmemi istediler. Şu anda nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum. Harabeye çevrilmesinde rol aldığım ülkemin dışında gideceğim hiç bir yerim yok. Cehenneme çevirdiğimiz koca bir ülkede çocuklarımızın geleceğini de ateşe verip birkaç günlük heves uğruna her şeyimizi heba ettik. Ülkemden başka gideceğim hiçbir yerim yok, eğer orada yaşam için küçük bir imkân kalmışsa! Abdullah Şafak |