İnsanımızı yıllarca korku tünelinde yaşatan, hayatımızı kâbuslarla çevreleyen asrın Firavun’un iktidarını kaybedişinin beşinci ayını yaşıyorduk. Saddam’ın gidişine ilk günlerde sevinmemize rağmen, sonraki günlerde daha büyük bir tufana yakalandığımızı yavaş yavaş anlıyorduk. Bizi kurtarmaya gelen Batı, caddelerimizi kan gölüne çevirerek, ocaklarımızı yıkarak, gencecik delikanlılarımıza işkencehanelerde azap çektirerek altın maskeli demokrasisini insanımıza hediye ediyordu. Onlarca yıl rahat yüzü görmemiş Iraklıların kanı oluk oluk akıyordu. Yamyamlar gibi aramıza dalan işgalciler, istediklerini öldürüyor, istediklerinin de kafalarına çuval geçirip sürükleye sürükleye götürüyorlardı. Evlerimizin dışına çıkmak için ya akıl noksanlığına ya da Zaloğlu Rüstem’in cesaretine ihtiyaç vardı. Evlerin içi bile korku atmosferinin gölgesinde sıkıntı veren işkencehanelere dönüşmüştü. Yakınımızda patlayacak bir bomba ya da Amerika askerlerinin “terörist evidir” deyip ani bir baskını Irak insanının en büyük kâbusuydu. Kapımızın her an şiddetlice vurulması korkusu bizi hiçbir zaman yalnız bırakmıyordu. Okul mevsimi geldiği halde felce uğrayan diğer kurumlar gibi ülkenin eğitiminden hiçbir haber yoktu. Bağdat üniversitesindeki işime dönebilme beklentisi sürerken, üniversitede eğitim belirsiz bir geleceğe kadar tatile girmişti. İdareciler üniversiteye uğramaktan korkuyordu. Üstelik öldürülen veya bir daha izine rastlanmayan öğretim görevlileriyle ilgili kulağımıza ulaşan haberler korku nehirlerinde her gün yeniden boğulmamıza sebep oluyordu. Bugünlerde elimizdeki son parayı harcamaya başlamıştık. İşgalcilerin acımasız kurşunlarına hedef olan insanların cesetleri yerlere serilirken, para kazanmayı düşünmek gülünç bir şeydi. Hanımın altınlarını satıp birkaç ay daha yaşayabilmenin hesaplarını yapıyorduk. Sonrası ne olacaktı? Bu sorunun cevabını hiç kimse bilmiyordu. Gelecekle ilgili karamsar düşünce yeni arayışlara zorluyordu. Devlet kurumları çalışmadığından, sahte pasaportla yurt dışına çıkmak için bazı yerlerle görüşmüştüm. Aynı problemlerle boğuşan Iraklıların çareyi kaçışta bulmalarıyla sahte pasaport için aylarca beklemek gerekiyordu. Ne yapalım! Beklemekten başka da çare yoktu. Zaruri ihtiyaçların dışında sokağa çıkmıyorduk. Her iki oğlumu baskı ve ısrarla evde tutuyordum. Dışarı çıkış, ölümün kucağına yürüyüş gibi bir şeydi. Anne ve babaların yürekleri buna tahammül edecek kadar merhamet duygusundan sıyrılmamıştı henüz. Bugünlerde ülkemin insanlarının öldürülmeleri için hiçbir sebep aranmıyordu. Canları her istediğinde işgalci çeteler, gencecik delikanlıları hedef tahtası yapıp nişan alıyorlardı. Evlatlarımızın kelleleri müsabaka için hazır birer hedefti. Hedef tahtasına oturturlar korkusu sokağa çıkan her Iraklının kalbinin en merkezi noktasında vahşete dönüşüyordu. İkindi namazını kılmış, aile bireyleriyle ikindi çayını yudumlamaya başlamak üzereyken ayların kâbusuyla yüzleşmeye başladık. Evin giriş kapısı ard arda, şiddetlice çalıyordu. Bu anormal çalış, modern çağın Batılı Moğol çetelerinin kapımıza dayandığını haber veriyordu. Hepimizin benzi atmış, sapsarı kesilmiştik. Büyük oğlum kapıya bakmak için yerinden fırlayınca elinden tutup oturmasını istedim. Ayet’el-Kürsi’yi okuya okuya kapıya yanaştım. Elimi kapıya atar atmaz onlarca Amerika askerinin silahlarını eve doğrultup beklediklerini gördüm. Bu korkunç görüntüye yenik düşen irademle dizlerimde ilginç titremeler hisettim. Kapının önündeki asker İngilizce karışık Arapça’yla: — Abdullah Yusufi sen misin? diye sordu: — Evet benim efendim. Bir sorun mu var? — Sizinle biraz işimiz var! Bizimle gelmeniz gerekiyor! Bu cümle korkumu olanca gücüyle arttırmıştı. Amerika askerleri tarafından alınanların hangi cehenneme götürüldüklerini hiç kimse bilmiyordu. Eve sağ dönme imkânı yok gibiydi. Onlarla gitmek tarifi mümkün olmayan korkuları tattırıyordu. Aylardır uykumuzu haram eden kâbusun tam da avucundaydım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Dirensem, mahallenin ortasında yerlere yatırıp iyice dövdükten sonra sürükleye sürükleye götüreceklerdi. Böylece çocuklarımın selameti de tehlikeye girecekti. Kurbanlık koyun gibi başımı eğip isteklerini kabulün dışında alternatifim yoktu. Üzerimdeki korku ve heyecan, götürülüş sebebini öğrenmem için beni zorluyordu. — Efendim bir yanlışlık olmalı. Benim suçumu söyler misiniz? — Hayır! Hayır! Herhangi bir yanlışlık yok. Suçunun ne olduğunu bilmiyorum. (Yanındakilere dönüp İngilizce) Ellerini bağlayın! — Durun efendim, izin verin elbisemi giyeyim! — Acele et! Bir dakikan var. Problem çıkarırsan seni pişman ettiririm! Giyinmek için döndüğümde sapsarı kesilmiş çehreyle eşimin arkamda beklediğini farkettim. Korku çemberine girmiş, şok üstüne şok geçiriyordu. Yukarı götürüp biraz teskin etmeye çalıştıysam da, kilitlenmiş dili bir türlü açılmıyordu. Elbisemi giymeye çalışırken, çocuklarım harıl harıl ağlıyordu. Teker teker kucaklayıp alınlarından öpüp dua etmelerini istedim. Yürek yakan ağlayışları beni de etkilemiş, hıçkırıkların boğazımda kilitlenmesine sebep olmuştu. Kapıya çıktığım gibi ellerimi arkama bağlayıp kafama çuval geçirdiler. Birinin elimden çekip arabaya bindirmesiyle hareket ettik. Bu arada içimden dua okuyor, Allah’tan yardım diliyordum. İşgal askerleri tarafından elleri bağlanıp kafalarına çuval geçirildikten sonra götürülen insanların görüntülerini televizyonlardan defalarca seyretmiştim. Kurbanların o anki durumlarını ve psikolojilerini sürekli merak ederdim. İri yarı iki askerin arasında, elleri ve gözleri bağlı götürülürken daha önce izlediklerim kareler film şeridi gibi gözlerimin önünde canlanıyordu. Bugünkü kurban bendim. Korku ve paniğin dışında hiçbir şey hissetmiyordum. Bu korkulu yolculuk yarım saat sonra noktalanmıştı. Nihayet işgalcilerin karargâhındaydık. Etrafta ingilizce konuşanların sesleri geliyordu. Arabanın durmasıyla kolumdan tutup binanın içerisine aldılar. Bir kenarda beklememi söylediler. Henüz beş dakika geçmeden İngilizceyi gayet güzel konuşan biri yanımıza yaklaşıp beni odaya almalarını, çuvalı çıkarıp ellerimi çözmelerini istedi. Çuval çıkarıldığında etrafta çok sayıda askerin sağa sola gidip geldiğini farkettim. Burası askeri bir karargâh olmalıydı. Ellerimi açarak yandaki bir odada bir sandalyede oturttular. 10–15 dakika geçmeden başka biri gelip, “Benimle gelin!” dedi. Yeni durağım güzel döşenmiş, kocaman bir odaydı. Koltuğa oturmamı istediler. Henüz birkaç dakika geçmeden biri 55 yaşlarında, diğer ikisi de 40 yaşlarında sivil giyimli üç kişi içeri girdi. Ellerindeki dosyaları sehpalara bırakıp koltuklara oturdular. Bu arada hafif de olsa korkuyu atlatan kanım damarlarımdan hücrelerime pompalanmaya başlamıştı. Getirildiğim gibi çırılçıplak soyulup işkenceye alınmayı beklerken, böyle bir manzara korkularımın üzerinden hafifçe izleri kalan bir süngerin çekilmesine sebep oluyordu. Yaşlı adam yumuşak ses tonu ve akıcı bir Arapçayla; “Değerli dostum!” diye hitap ettiği konuşmasında, herhangi bir suçtan dolayı buraya çağrılmadığımı, bazı konularda meşveret yapmak için getirildiğimi söyleyince daha fazla rahatladım. Bu arada görevliler tarafından önümüzdeki sehpalara meşrubat, pasta ve meyve bırakıldı. Ardından da sıcak kahveler getirildi. Adının John olduğunu söyleyen yaşlı adam, benim gibi bir bilim adamıyla dost olmak ve yararlanmak istediklerini söyledi. Korku duygularının yavaş yavaş terkettiği psikolojimle: — Efendim, askerlerin evimi basıp ellerimi kelepçelemeleri ve kafama çuval geçirip büyük bir teröriste yapılan muameleye tabi tutmaları mı gerekiyordu? Bu onur kırıcı bir şey değil mi? Henüz hangi cesaretle dile getirdiğimi anlamadığım bu sözler üzerine John: — Özür dilerim efendim! Benim bundan haberim yok. Size ve yakınlarınıza herhangi bir rahatsızlık verilmişse bizi bağışlayın. Ben sadece sizinle görüşmek istediğimi söylemiştim, dedi. — Önemli değil efendim, deyince, John, konuşmasına devam etti: — Abdullah Bey! Ben California Üniversitesinde din sosyolojisi kürsüsü başkanıyım. Sizin de Bağdat üniversitesinde öğretim görevlisi olduğunuzu duydum. Hakkınızda geniş bir araştırma yaptırdım. Üniversitede aynı dalda görev yaptığınızdan meslektaş sayılırız. Sizin gibi değerli bir bilim adamından faydalanmayı onur biliriz. En son yayınlanan iki kitabınızı okuma imkânı bulup istifade ettiğimi de belirtmeliyim. Mesleğimden dolayı Irak halkının dini ve mezhebi hakkında uzmanlık derecesinde bilgi sahibiyim. Ülkenizle ilgili kültürel bazı projelerimiz var. Onları gerçekleştirmek için yardımlarınıza ihtiyacımız var. Umarım bu konuda yardımcı olur, işbirliği yaparsınız. Yardımcı olmanız durumunda ekonomik açıdan ve güvenlik açısından size ve ailenize her türlü garantiyi veriyoruz. Aksi taktirde cehenneme dönen bu ülkede emniyet içerisinde yaşamak için hiç kimsenin garantisi yok. — Nasıl bir işbirliği istiyorsunuz efendim? — Bu ülkede sizin nüfusunuz Şiilere göre oldukça az. Çoğunluğu Sünni olmasına rağmen Kürtler de sizinle işbirliğine yanaşmazlar. Şiiler askeri, ekonomik ve kültürel olarak bütün Irak’ı kontrollerine almaya çalışıyorlar. Bunun önünde durmak için el ele verip bir şeyler yapmak istiyoruz. Sünni kültürünü olası tehlikelerden korumak için kültürel alanda ciddi faaliyetlere başlamak zorundayız. — Mevcut durumda fazla bir şey yapılabileceğini sanmıyorum. — Merak etmeyin, size yardımcı oluruz. Bu konuda önemli projelerimiz var. İşbirliği yaparsanız birlikte çok şeyler yapabiliriz. Amerikalıların bizim için yapacakları her işin altında mutlaka bir fitnenin olduğunu biliyordum. Aylarca propagandasını yapıp getirdikleri kanlı demokrasileri gibi, bu projenin de zavallı milletin alnında kara bir lekeye dönüştürülmek istenen bir şeytanlık olduğunu bilmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Ancak zavallı ve korumasız bir insandım. Üstelik onların elinde esirdim. Hayatı sürekli acılarla yoğrulmuş halkımın başına, kültürel dönüştürme projeleriyle hangi belaların getirilmek istendiğini merak ediyordum. John devamla: — Projelerimiz hakkında kısaca bilgi vereyim. Sizin işbirliğinizle Sünni kültürünü geliştirmeyi ve güçlendirmeyi düşünüyoruz. Şii saldırılarına karşı savunma reflekslerinizin oluşması için yoğun ve geniş çaplı kültürel faaliyetler başlatacağız. Sünnilerin değerlerini savunan, onların haklılığını İslami kaynaklara dayanarak gündeme getiren makaleler, araştırmalar ve kitaplar yayınlayıp halkı aydınlatmaya çalışacağız. Bu arada Şiilerin yanlışlığını, İslami olmadığını ve batıllığını da rivayetlerle ispat edeceğiz. Devamı var... Abdullah Şafak |