Bir Ayet:
Allah ve Resûlü bir ise hüküm verdigi zaman, inanmis bir erkek ve kadina o isi kendi isteklerine göre seçme hakki yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karsi gelirse, apaçik bir sapikliga düsmüs olur. Ahzap/36
Bir Hadis: Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dünyada yaptığı iyiliklerdir.
Dile gelseydi; “Keşke dünyaya gelmeseydim!” diyecekti. Korku dolu gözlerle etrafı süzüp dünyanın hiçbir şeyini görmek istemezcesine gözlerini yumarak merhamet çınarı annenin kollarına sığındı.
Kamyon kasalarının yağ ve kirden kalınlaşmış karanlık çadırlarının altında açlık ve sefaletle geçen bilmem kaçıncı gününü geride bırakmıştı. “Anne acıktım!” dedikçe yüreğinden bin parça kopan zavallı anne yavrusunu nasıl doyuracağının telaşını yaşıyordu. Emine’ye baktıkça eriyen çaresiz baba, öfkeleri yüzlerindeki et parçalarında yuvalanmış kaçakçılardan kuru bir ekmek almak için adeta can atıyordu. Zor ve minnetle elde edilen kuru ve küflenmiş ekmeği ufak parçalara bölen anne, kamyonun kokuşmuş çadırı altında Emine’ye yedirmeye çalışıyordu.
İkisine yeni basmıştı Emine. İki milyarlık İslam ümmetinin bir neferi sayılırdı. Ne yazık ki işgal edilmiş bir ülkenin çocuğuydu! Ne yazık ki Afganistanlıydı! Ne yazık ki fakirdi! Ne yazık ki çaresiz bir babanın ne olduğunu anlayamadığı serüvenine ortak olmuştu! Ne yazık ki evinden ayrıldıktan sonra başını sokacak yuvası, barınacak evi kalmamıştı! İslam toprakları denilen coğrafya yasaklanmıştı ona. Bir yudum hayat için Batının yollarına düşen çaresiz babanın kaçak yolculuğunun ortağı olmuştu. Bu yolculukta hiç kimse onun tercihini sormamıştı. Hiç kimse ona kulak vermemişti. Eziyet çeken, açlık ve sefalet dolu günler geçiren, polis ya da jandarmalara yakalanmamak için karanlık deliklerde saklanmaya çalışanların küçük bir ortağıydı o.
Dedesi, Afgan mücahitlerinin Sovyet’lere karşı şanlı direnişinde şehid düşmüştü. Babası Mustafa, babasız kalan ocakta, savaşların başkenti Kabil’de, savaşları, bombardımanları ve işgalleri göre göre büyümüştü. İşsizler ordusunun işgal ordusundan fazla olduğu bu kentte bir parça ekmek elde etmenin ve rahat bir hayat yaşamanın imkânı kalmamıştı. Annesinin de hayata gözlerini yummasıyla kimsesizleşen Mustafa, eşini ve Emine’sini yanına alarak Allah’ın geniş arzında yeni bir yaşam alanı aramaya koyuldu. Babasından kalan evi satıp düştü uçsuz bucaksız yollara. Parasını kaçakçılara teslim edip kamyon kasalarında, bodrum katlarında ve dağ eteklerinde uyuyarak adım adım ilerliyordu Batıya doğru. İnsanların kafatasları, bedenleri ve ırklarıyla ölçüldüğü, ruhun, inancın ve insanlığın hiçbir taşımadığı coğrafyaya yürüyordu çilesiz bir hayat için.
70 milyon Müslüman’ın memleketi Türkiye yasaklar ülkesiydi Afganlılar için. Yakalansa işgal edilmiş coğrafyasına zorla sürülecekti. Bu sefer başını sokacağı evi de yoktu. Parasını ve yakasını kaptırdığı kaçakçılara boyun eğmekten başka çaresi kalmamıştı.
Günlerdir gizlene gizlene sürdürülen yolculuğun son duraklarına yaklaşıldığını söylediler. Birkaç yüz metre ötedeki Yunanistan’a geçince hayatın yeni bir sayfası açılacaktı. Zihinlerde parlak bir kıvılcıma dönüşen bu haber kaçakların yüreklerindeki üstü küllenmiş ümidi bir kez daha canlandırmıştı.
Derken bir tepenin yamacında duran üstü kapalı kamyonun arka kapısı açıldı. Üst üste yığılmış Afrikalı ve Afganistanlı kaçakların arabadan inmesini istediler. Nasıl bir geleceğe açıldığından habersiz küçük Emine, uykulu gözlerle annesinin kollarına sarılarak indi kamyondan.
Sarı saçlı Afgan kızı günlerdir hasret kaldığı güneşe doğru başını kaldırdı ilkin. Karanlığa alışan gözleri her tarafı simsiyah görüyordu. Dünya adeta kapkara bir renge boyanmıştı. Annesinin ümitsizlik perdesi altına gizlemeye çalıştığı yüzüne keskin bir bakış fırlattı. Yine kollarına yumuldu dağ gibi durmaya çalışan merhamet çınarına!
İleri atılan baba kucakladı Emine’yi! Birkaç gündür suya hasret kalıp kir tabakası bağlayan yanaklarından öptü. Zorlu yolculukta cılız bir kuşa dönen Emine’nin epeyce hafiflediğini fark etti. Eşinin yüzünde yuva yapmış ümitsizliğin, çaresizliğin ve yorgunluğun derin izlerini yakından okuyunca yüreğindeki ateş daha fazla alevlendi. “Biraz daha sabret! Yakında sıkıntılarımız sona erecek!” dedi. Ümidini yitirmiş zavallı kadın hafifçe yutkundu, ancak sesini çıkarmadı.
Öne geçen kaçakçılardan biri, yüz metre ötedeki nehre doğru yürümelerini istedi. Dünyanın farklı ülkelerinden bir araya gelmiş rengârenk çehreler nehre doğru harekete geçtiler. Coşkun akıntı melodisini tutturup harıl harıl akan nehrin önünde durdular. Farklı dil ve coğrafyalardan kopup gelen kaçakların yürekleri ağır bir heyecan fırtınasına tutuşmuştu. Ancak kafiledeki üç çocuğun açlık ve yorgunluğun dışında hiçbir şeyden haberleri yoktu.
Nehirden karşı tarafa taşıyacak ne bir kayık görünüyordu ne de bir bot! Paralarını alan kaçakçıların buna bir çare bulacaklarını düşündüler. Oysa yanılıyorlardı. Karşı tarafa geçirecek hiçbir şey yoktu. Meriç’in kıyısına inen kaçaklar kaderlerini beklerken, ormana doğru hareket eden kaçakçılardan birkaçı ağaçların arasında izlerini kaybettiler. Ortalıkta çaresiz bırakılmaktan korkan kaçaklar, arkada kalan kaçakçılardan gözlerini ayırmamaya çalıştılar.
Ağaçların arasında kaybolanlar çok geçmeden ellerinde koca sopalarla döndüler. Diğerleriyle bir araya gelip bir şeyler konuştular. Ardından kaçakların yanına yaklaşıp, söz ve el işaretleri yaparak karşıya geçmelerini istediler. Hiçbir kaçak bu isteği kabul etmeye hazır görünmüyordu. Nehrin coşkun sularının önünde durmanın imkânı yoktu. Önüne ne çıksa götürüyordu. Suya atlamak ölüme atlamaktı. Bunu iyi biliyordu kaçaklar. Oysa kaçakçıların aldırdığı yoktu. Nehre atlayıp karşı tarafa, Avrupa’ya, özgürlük yurduna (!) geçmelerini istiyorlardı. İtirazları, geçişin mümkün olmadığını yalvara yalvara anlatan çabaları hiçbir fayda vermemişti.
Kaçakların direnişiyle karşılaşınca sopalarını kaldırıp üzerlerine yürüdüler. Erkeklerden başladılar ilkin. Kafalarına ve gövdelerine vura vura suya atmaya başladılar. Nehirden çıkmak için çabalayanların kafalarına ağır darbeler indirip suyun akıntılarına savurdular.
Kaçakçılara yaklaşan Mustafa’nın “Allah’tan korkmuyor musunuz?” sözleri nehrin su gürültülerinin arasında kaybolup gitmişti. Hiç kimsenin hiçbir şeye aldırdığı yoktu. Mustafa’ya gelmişti sıra. Önlerine çıkan eşi yalvardı ilkin. Fayda etmedi. Döve döve attılar suya! Çaresiz ve bitkin gözlerle babasının arkasından bakan küçük Emine’nin “Baba, baba…” çığlığı vicdanı olan yürekleri kızgın ateşlerde yakacak kadar kavurgandı.
Erkekleri suyun ölümcül kollarına savrulan annelere gelmişti sıra. Kucaklarındaki yavrularıyla birlikte ağlıyorlardı. Gözleri vahşet bürünmüş yabanilerin aldırdıkları yoktu. Erkeklerini suya fırlattıkları takatsiz kadınlardan ilkini çocuğuyla birlikte nehre atmaları zor olmamıştı. Emine ve annesindeydi sıra. Önüne çıkan yabanilerden biri suya atlamasını istedi. Çocuğunu yabanilere uzatıp “Çocuğuma dokunmayın, ben ölmeye hazırım!” dedi. Gülümseyen patronları; “Çocukla birlikte onu da atın!” deyince harekete geçirdiler sopalarını. Yediği darbeyle kucağındaki küçük Emine’siyle yerlere yuvarlandı anne. Kollarından tutup sürükleye sürükleye nehrin kenarına götürdüler. Bedenine bir iki darbe indirip Tuna’nın karanlıklarına bıraktılar. Diğer kadının da suya atılmasıyla 16 canı nehre gömme karşılığında kazandıklarını paylaştılar aralarında. Yurtlarından kopup gelen yeni avlar bulmak için yeniden işe koyuldular!
Emine’nin cesedi, kilometrelerce sürüklendikten sonra ölümünün beşinci gününde bir çiftçi tarafından bulundu. Sarışın kızın hangi coğrafyaya ait olduğunu, Tuna’nın derinliklerine nasıl girdiğini kimse anlayamadı. Zaten; yoksulların, çaresizlerin, toprakları işgal edilenlerin ve bir parça ekmek için gurbetlere düşenlerin hiçbir değeri olmadığından kimsenin aldırdığı yoktu.
Nehirden çıkarılıp kenara bırakılan sarı saçlı Afganlı kızın gözleri açıktı. Sanki bedenindeki ruhu şaha kalkmış, insanlığın vicdanına gözlerini dikerek haykırıyordu. Kim bilir dile gelseydi şunları söyleyecekti sarı saçlı Afgan kızı:
“Ey insanlar! Ey vicdanlarını paranın, altının, hisse senetlerinin, lüks arabaların ve konforlu evlerin gövdesinde eritenler!
Ben yüz binlercesi gibi bir Afgan kızıyım! Ben milyonlarcası gibi bir insanım!
Hani iki milyar nüfuslu bir İslam toplumuyduk! Hani Rabbimizin buyurduğu gibi Mü’minler kardeşti. Hani Peygamberimizin buyurduğu gibi bir binanın tuğlaları gibi birbirimizle kenetlenmeliydik. Hani İslam birbirimizin derdiyle dertlenmemizi istiyordu. Hani tek bir ümmettik. Hani muhacirleri bağrına basan Ensar gibi birbirimize yüreklerimizi ve evlerimizi açmalıydık. Hani komşusu açken tok yatan bizden değildi demişti Efendimiz! Hani bir yerde bir kurt bir koyunu kapsa Allah onu benden sorar demişti halifemiz! Hani dilleri ve renkleri önemsemiyordu dinimiz! Hani yoksulun, düşkünün ve yolda kalmışın elinden tutulmasını ve yardımına koşulmasını istiyordu Rabbimiz!
Hani hepimiz insandık! Hani altı milyar nüfusu olan bir dünyanın vatandaşlarıydık. Hani vicdanımız vardı. Hani yüreklerimizde acıma ve merhamet duygusu taşıyorduk!
Oysa bunların hiç birini bize göstermediniz! Ne İslami merhametinizi gördük, ne insani çehrenizi! Topraklarımızı işgal edip zenginliklerimizi yağmalayanlar yıllardır öldürüyorlar bizi. Elimizden ekmeğimizi alıyorlar. Canları istediği zaman üzerimize bomba yağdırıyorlar. Karanlık dehlizlerde vahşi işkencelerden geçiriyorlar. Yokluk, açlık, sefalet içinde yaşadık hep! “Rahat” ve “huzur”u hayatımızın hiçbir döneminde görmedik.
Sizler obur obur yerken, göbek bağlarken, rengârenk elbiseler giyerken, lüks arabalara binerken, Firavun’un saraylarına benzeyen köşklerde yaşarken, plajlarda güneşlenirken ve makyajlarda para eritirken, bizler bir parça kuru ekmeğe ve bombasız günlere hasret kaldık. Sevgi ve merhametin rengini ve kokusunu unuttuk. Hep eziyet gördük, yerildik, sürüldük... Açlık, sefalet ve acılar yatağımız oldu! Onurumuzu çiğnetmemeye çalıştık. Hiçbir zaman yüzümüze gülmedi dünya. Hiçbir zaman güzel bir gün hediye etmedi. Hiçbir zaman rahat bir nefes aldırmadı.
İslam’ın coğrafyasının parçası olan topraklarınızda yerilmişlerden ve aşağılananlardan olmamak için günlerce saklanmak zorunda kaldık. Kardeşliğinizi göstermediğiniz için, bize kucak açan yüreklerinizi görmediğimiz için çaresiz bir av gibi ehliyetsizlerin ve zorbaların eline terk ettik kendimizi!
Bu muydu Müslümanlığın size emrettiği? Bu muydu Allah’ın ve peygamberin sizden istediği? Bu muydu vicdanınız ve adalet anlayışınız?
Biz öldük, oysa asıl kaybedenler sizler oldunuz! Vicdanınızı yitirdiğiniz için kaybettiniz. Sizinle aynı inancı paylaşanlara yüreklerinizi ve imkânlarınızı açmadığınız için kaybettiniz. Topraklarından kopup gelen muhacirlere ensar olamadığınız için kaybettiniz. Kendinizi diğer insanlardan ve Müslümanlardan üstün gören kibrinizden dolayı kaybettiniz. Başkalarını aşağı gördüğünüz için kaybettiniz.
Canlıyken kaçak saydığınız benim gibi küçük bir kızın cansız bedeninin bundan sonra sizin için hiçbir tehlikesi olmayacak. İster elbisemle gömün, ister bir çöplüğe atın naçiz bedenimi. Bizi canlı halimizle kabul etmediğiniz, ölümüne yapıştığınız dünyanız sizin olsun. Mallarınızla, arabalarınızla, villalarınızla, kaprislerinizle, kibirlerinizle, taassuplarınızla ve İslami kalıp giydirilmiş batılı hayat tarzınızla yaşayın yaşayabildiğiniz kadar. Bize yaramadı dünya! Ölmek burada nasip oldu. Toprağınızda küçük bir çukuru çok görmezseniz, toprağın altı üstünden hayırlıdır bizim için.”
Sarı saçlı Afganlı kızın bir deri bir kemik cesedi yıkanmadan ve namazı kılınmadan, küçük bir bez parçasına sarılarak kimsesizler mezarlığına defnedildi. Afganlı kızın canlısına yasaklanmış bir parça toprak parçası cansız bedenine feda edilmişti.