Düşüncelerin temerküz ve tasnif edilmesini önemli ve hatta hayati bulmaktayım. Bu düşüncelerin bir anlam ifade edip etmemesi veya bir gerçekliğe tekabül edip etmemesi bu bakımdan maalesef çok önemli değil. Doğuda peygamber sonrası toplumsal veya içtimai nazariyat, ameliyattan sonra doğar. Bir sosyolojik analiz olarak almayın, ama doğu toplumlarında yetkinlik ameliyatın sultasındadır; eğer “tarih dışı” kalmak istemiyorsanız, bir ameliyatınız olmalıdır. Ameliyatınız varsa eğer, bu ameliyatınızın bir manaya veya gerçekliğe tekabül etmesi de çok önemli değil. Bu bakımdan en cevval haliyle dahi perakendeye enforme edilen nazariyatın bir mevtadan farkı yok: O tıpkı bir zombi, bir yaşayan ölüdür. Ve bu mevtaya her ne kadar saygı duyulsa da, zaman sonra etrafa yaydığı veya yayacağı koku, saygıyı tiksintiye çevirecek ve mevtayı hak ettiği yere, olması gereken yere; toprağın altına defnedecektir. Eğer ameliyat sonrası gelişmeleri kritik eden tipler olduğumuzu göz ardı etmezsek, doğu toplumlarından olan Kürtlerin ulus olma sürecine, batı nazariyesi ile yaklaştığımızı da anlarız: Manadan ve gerçeklikten kimin kopuk olduğunu, bu bakımdan net bir biçimde belirlemek oldukça güçtür. İlke olarak, klik veya kronik müzmin yapıların sosyopolitik iddialarının denenme süresini en fazla, örneğin; “otuz yıl” olarak kabul edebiliriz: Bu süre içerisinde yaklaşık bir mana ve gerçeklik yakalayamamış yapıların kendilerini feshetmelerinin zorunlu ve hayırlı olacağına, ben de inanmaktayım. Mana ve bu mana üzerinden bir gerçeklik sağlama peşinde olan hattın, değer bakımından geçici ve acil indi ihtiyaçların giderilmesinde bir işporta piyasası oluşturduğunun kabul edilmesi, bizim bunların gördüğü aşırı ilgiyi küçümsememize veya yok saymamıza neden olmamalı. Eğer toplumsal gerçekliğimiz işportada pazarlanan kutsallıklarla malulse, bu işportaya seçkinci takılmanın, manayla olmasa da, gerçeklikle bağının kopmasına neden olabilir. Aynı biçimde sosyal gerçekliğin yakalanması diyebileceğimiz hattın da işportada olana meyyal olması, bize cevvaliyetin ameliyatla toplumsallaştığını göstermektedir. İşte böyle; toplumsal okumalarımızı, meydanları dolduran kalabalıkların saiklerinin dışında tuttuğumuzda, meydanların takmadığı züppeler olarak fildişi kulelerimizi, en fazla tahkim ederiz; ve nihayet “bu toplum adam olmaz” gayyasının tam ortasında buluruz kendimizi.[1] dipnot
Bir takım gerçekliğe(hakikate) tekabül eden, ama praksisi; gökle yerin birleştiği ufku yakalayamayan ekoller; örneğin Diogenes’in, köpeksi yaşamı hayatı ciddiye alanlara nazire etmesi ve Ebu Zer’in salt erdemi iktidar hırsının yüzüne çarpması gibi toplum dışı kalmanın kendisi, bu ekollerin kendisinden daha gerçek değil midir? Ruhunun olanca yüceliğiyle Hira Dağında yoğunlaşan peygamberi(a.s), seçkin ruhların alçak ruhlara göre oldukça az bulunduğu Mekke’ye; o alelade sıradanlığın yoğunluğuna indiren nebevi endişenin peşine düşmek, ruhu yücelten yoğunlaşmayı krallara, prenslere, senatolara ve seçkin çevrelere telkin ederek haz almaya çalışan filozofların peşine düşmekten çok daha yeğdir doğu toplumlarında.
Eğer Hizbullah’ı manaya yakın fakat gerçeklikten kopmuş bir topal ve PKK’yi gerçekliğe yakın fakat manayı inkâr eden bir kör pozisyonunda görüyorsak, bunları, dendiğinden daha fazla dikkate almamız gerekir. Çünkü toplumu evirip çeviren bu kör ve topalın ameliyatıdır. Bu yüzden kör ve topal, kör ve topal olduğu için dikkate değerdir. Hizbullah, gerçeklik bakımından “tarih dışı” kalmışsa, PKK salt mana âlemini inkâr etmekle yetinmeyip yeni mistik bir dinsel biçimlendirmeyi, Kürt tarihinin üzerini onbeş asırdır kapattığı, arka bahçesine dikey geçiş yapmakla “tarih dışı” kalmaktadır. Tarihin derinlerinden, ancak doksan sonrası bu biçimde gelenekselleşmiş bulduğumuz, newroz’u koparıp getiren zihniyet, hangi saiklerle kutlu doğum etkinliklerini nevzuhur gelenek olarak ele alabilir.
PKK ve Hizbullah, Kürt toplumunun bir yâda iki asırlık nevrotik birikiminin doğal iki sonucundan başka nedir? PKK ve Hizbullah’ın çözümlemelerini yapmamak ve bunları dikkate almamak, Kürt toplumunu klinik etmeden, psikanalitik laboratuara almadan, Kürt toplumuna bir teşhis koymaktan başka nedir? PKK ve Hizbullah, gerçeklik ve mana âlemi bakımından Kürt toplumunun kendisinden başka nedir? Böylece şimdi, PKK ve Hizbullah’ı dikkate almamanın aslında neyi dikkate almamak olduğu anlaşılabilir herhalde.
***
Anlaşılan şu ki, PKK bir biçimde tasfiye edilecek ve misyonunu tümüyle siyasi arenaya(DTP) devredecek. 17 Şubat 2000’den sonra yeni bir serüvene atılan Hizbullah ise, henüz kapsayıcı bir misyon oluşturma aşamasında gözüküyor: Hizbullahçı internet sitelerindeki “newroz” kutlamaları ve 29 Mart yerel seçimlerle ilgili “basın açıklamaları” gibi yeni gelişmeler bana kalırsa bu kapsayıcı ve öncekinden farklı misyon endişesinin göstergesidir. Pek uzak olmayan bir gelecekte, eğer Hizbullah bir biçimde partileşirse -ki bunun gerekliliğine inanmaktayım- ulusal bilince dair vardıkları birikimin düzeyinin deklere edileceği bir aşamaya şahit olacağız demektir. Bu aşamanın örgütleneceği süreç, bu günden bir sonraki genel veya yerel seçim aralığında düşünürsek, üç veya beş yıla tekabül edecek gibi gözükmekte. Tamamıyla dışardan bir gözlemci olarak kurguladığım tahminler eğer olası ise, önümüzdeki süreçte en az bir beş veya belki de bir on yıl, Hizbullah’ı siyasi söylemiyle Kürt halkının gündeminde bulmuş olacağız. Bu tahminler kaydıyla, eğer Hizbullah, bir kısmının dahi olsa, Kürt toplumunun memnun olmayacağı kişi veya kurumlarla bir takım zihinsel ve eylemsel işbirliğine girerse, en fazla on yıl sonra, artık ortada kendisinden bahsedilmeye değecek bir Hizbullah olmayacaktır. Hizbullah’ı, bir takım haklı gerekçelerle, zaten zihin ve eylem dünyasında bitirmiş olanların, yaşadıkları trajediler düşünüldüğünde, yazılarımı sıkıcı veya anlamsız bulmalarını elbette anlayışla karşılamaktayım. İsterseniz siz buna klinik bir vaka deyin, ama bu bizim Kürdistan’da ciddi bir vakıa olan Hizbullah’ı görmezlikten gelmemize gerekçe olamaz.
Hizbullah’ı yalnızca ulusal bilinç yoksunu olarak değil, aynı zamanda İslami bilinçte de bir ekol olarak bulmamaktayım. Bir ekol değil, ama bir aktör olarak görmekteyim: Eğer kurguladığım gibi sosyal bir aktör değilse, bundan sonraki satırların ve daha önce karaladığım benzeri satırların hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Fakat gerçekten sosyal bir aktör ise, o zaman düşünmeye ve dikkate almaya fazlasıyla değer.
Eğer tükenecekse, Hizbullah ve PKK tükenmeden Kürdistan’da bir üçüncü yol arayışını olanaklı görmemekteyim. Hizbullah ve PKK; DTP ve Mustazaf-der açılımıyla bir dönüşüm sürecindeyken bir üçüncü damar yakalamak; söylem düzeyinde mümkün belki, ama etkin eylem düzeyinde oldukça şüphelidir: Bir düşünce ekolü olmayla bir sosyopolitik aktör olma arasındaki farkı kaybetmek, maalesef değerlendirmelerimizle ilgili şüphelere düşmeyi de beraberinde taşımaktadır. Tevkurd, Kürd-Kav, bir yönüyle HAKPAR; Toplum-der ve Özgür-der’in Kürdistan yayılmacılığı gibi saygın çalışmaların, bana kalırsa, birer ekol mü aktör mü olduğu tartışmalıdır. Eğer ekollerse, aktörmüş gibi davranmaları düşündürücüdür.
Müslüman toplumlarda ulusal uyanışın milliyetçiliğe tekabül etmesi yalnızca bir tanım sorunudur: Bu bakımdan Hizbullah’ın, muhtemel ulusal bilinçlenme sürecini bir tanımlamaya kurban etmeye çabalamak, bana anlaşılır gelmemektedir. Garip bir biçimde, milliyetçi Kürtler, PKK’yi dine veya toplumsal değerlere saygıya davet etmekte, fakat Hizbullah’ı ulusal bilince veya en azından ulusa saygıya davet etmemekteler. Ve maalesef, bendeniz gibilerini de, bu yüzden yanlış anlamakta ısrarcılar.
Türkiye İslamcılarının Kürdistan’la ilgili en büyük kaygısı, bağımlı olmayan(!) etkin bir İslamcı yapının Kürdistan siyasi arenasına Kürt kimliğiyle çıkmasıdır: Hizbullah’a karşı olan milliyetçi Kürtlerin de benzer kaygısı, güçlü bir İslamcı yapının, muhtemel söylemine Kürdi bir boya katarak siyasi arenaya girmesidir. Örneğin, Muhsin Yazıcıoğlu’nun haber ve değer konusu edilmesine karşın, Hizbullah’ın seçimlerle ilgili “basın açıklaması”nın Türkiye’deki hiçbir İslamcı çevreye haber konusu dahi olmaması çirkin bir politikanın ürünüdür: Açık bir biçimde Türkiye İslamcıları, efendileriyle bağlarını koparmış bütün İslamcı Kürt yapılarını yok sayarak bloke etmeyi amaçlamaktadır. Aşağılık duygusundan kurtulmanın yolunu efendilerle zihinsel ve eylemsel bağı kavi tutmakta gören kimi İslami Kürt çevrelerinin Muhsin Yazıcıoğlu’yla kurdukları özdeşimi, herhalde liderlerinin, babalarının veya kardeşlerinin kanında elinin bulunmamasına yoracak değiliz. Hüseyin Velioğlu’nu cani ruhlu bir katil olarak anan ve deklere eden Türkiye İslamcıları ve varoluş sorunu yaşayan kimi İslami Kürt kesimleri, onu anmanın dahi pak ağızları kirleteceğine inanırken; Kürt toplumunun ulus olma isteminin anasını bellemeye hazır andıyla ortadayken, Muhsin Yazıcıoğlu’nun uğruna ağlamayı hangi fikri ve siyasi rasyonalizasyona, realizasyona ve İslamizasyona uygun bulabilmekteler. Kürt milliyetçileri, gerektiğinde (Abant Platformu, TRT 6 Platformu gibi tamamıyla iyi huylu T.C’ci çevrelerle) aynı masaya oturmakta bir beis görmemekte, ama her nedense söz konusu Hizbullah olduğunda aynı yumuşak tavrı sergilemekten kaçınmaktalar. İşim, Hizbullah’ı aklamak-paklamak, hak etmedikleri halde gündeme koymak değildir, fakat işim bir deve kuşu misali kafamı toprağa gömmek de değildir. Hizbullah’la zihinsel bir derdim var elbette, fakat kişisel bir derdim yok ve kişisel dertleri olanlara göre yan çiziyor olmam, haklı da olsalar, benim için sorun olmamalıdır.
Ana iki damarı dışlayan heterojen damarın ve menfisiyle müspetiyle, İslami’siyle dinsiziyle bilumum Kürt milliyetçiliğinin veya kendisini “Kürt Sorunu”na karşı sorumlu tutanların gücü, Türk Devletinin himayesine muhtaçtır derken, bu dediklerimin arayışlarına ve durdukları yere baktığınızda hiç de haksız olmadığımı göreceksiniz. PKK’nin ve Hizbullah’ın onay vermediği kimi düşünce ve şahsiyetler Kürt toplumunda yer edinemiyorlarsa eğer, haklılıklarını, direk ve daha çok dolaylı yollardan Türk Devletiyle paylaşmak durumunda kalmaktalar. Ve bu üçüncü yol arayışını kimi Kürtlerle birlikte Türk Devleti de hissetmektedir. İşte zaten, bu ikisinin buluştuğu yer, bir üçüncü yol arayışıdır.
Üçüncü yol arayışçılarını, PKK veya Hizbullah’la geçmişte bir biçimde ilişkisi olmuş kişi ve çevrelerin oluşturduğunu göz önüne aldığımızda, bu arayışın halkın bağrından değil de PKK ve Hizbullah’ın bağrından koptuğunu da anlamış oluruz. Halkın bağrından kopacak bir üçüncü yol ihtiyacı hâsıl olana, en azından yakın geleceğe kadar DTP ve Mustazaf-der’i evcilleştirmeye, özgünleştirmeye gayret etmek hiç de anlamsız olmasa gerek.
Ve bu süreçte, Kürdistan’da onlarca, bir birini dışlayıcı, düşünce ve örgütün cirit atmasındansa, temel iki görüş ve yapının etkin olmasını, siyasal anlamda, Kürt halkının yararına bulmaktayım. Ve bence birlik bundan daha başka bir şey değildir. Seçimlerden takdire şayan bir başarıyla çıkan DTP ve siyasi arenaya girdiği takdirde (sosyal hizmetleri iyi yürüttüğü anlaşılan) Mustazaf-der yapılanması Kürt toplumunun siyasi gelişimi için oldukça önemlidir. Çünkü siyasi gelişimi DTP tek başına gerçekleştiremez ve DTP’in karşısına alternatif söylemle AKP veya SP gibi partiler çıktıkça DTP’de siyaseten netleşemez: Ve ne İslami kesim ve ne de DTP gerçek manada Kürdistan’la ilgili siyasi projesini kuramaz.
Kendisini İslami Kürt Platformu olarak dahi takdim edemeyenler, kimin veya neyin üçüncü yolundan bahsetmekteler acaba?
[1] Kendimizi ortasında bulacağımız gayya, şu veya bu kurumlar yoluyla, örneğin TRT 6, İslami Türk parti, dernek, vakıf, tarikat, cemaatler yâda kimi ticari ilişkiler üzerinden T.C Devletinin himayesindeki milliyetçilik gayyasıdır. Yani Kürtler ve özellikle İslami Kürt kesimleri, T.C’nin ucube Türk modernitesi ile bilinçli yâda bilinçsiz taşıyıcıları olan cemaat veya cemiyetler yoluyla rafine bir ilişki kurmaktadır. Örneğin; Fetullah Gülen Cemaatinde ve Anadolu Gençlik Derneğinde ve benzerlerinde bulunmak yâda onlarla kimliksiz bir ilişki içinde olmak, aynı zamanda Kemalizm’in devletçilik ve milliyetçilik ilkesince himaye edilmek demektir.
Kendisini bütün bu kapanlardan soyutladığını düşünen Kürt milliyetçileri ve İslamcıları dayandıkları gücün himayesindedirler. Kürt milliyetçisi ve Kürt İslamcısı PKK’ye dayanmıyorsa, hatta yaklaşım itibariyle bir kasaptan ayıramadığınız, Hizbullah’a dayanmıyorsa, Türk Devletinin himayesine sığınıyor demektir. Çünkü sizi PKK ve Hizbullah’ın etkisinden koruyacak yegâne güç T.C erkidir. Çünkü sizin Kürt güçlerinden bağımsız milliyetçiliğinizin ve İslamcılığınızın neşvünema bulması T.C’nin size sağladığı sosyal, siyasal ve ekonomik imkânlarla mümkündür. Baskın Kürt güçlerinden bağımsız milliyetçi ve İslamcı Kürtlere sağlanan ‘objektif’ özgürlük, örneğin, Diyarbakır’da veya Hakkâri’de T.C himayesi olmazsa ne kadar mümkündür?
PKK ve Hizbullah’ın daha büyük güçlerce provoke ve manipüle edilmesi mümkündür elbet, ama bunlara dayanmayan İslamcı ve milliyetçilerin daha çok provokeye ve manipüleye müsait olmadığını kim söyleyebilir. PKK ve Hizbullah’ın aslında özde Kürt gücü olmadığı da söylenebilir; bu ise, konuyu uzatır. Fakat Türk medyasında kimi İslamcı, milliyetçi ve halkların ulusal mücadelesine inanan sosyalist Kürtlerin, ‘Kürt aydını’ sıfatını bahse konu ettiğimiz ‘objektif’ özgürlüğün himayesinde kazandıkları sizce de doğru değimlidir? DTP’li vekillere ‘Kürt siyasetçisi’ sıfatını PKK mi sağladı T.C devleti mi? Güney Kürdistan’da düzenlenen ve Kuzey Kürtleri adına kimin konuşacağına karar veren Abant Platformu kimin himayesinde icra edildi? PKK ve Hizbullah’tan çok daha sert ve radikal İslamcı ve milliyetçi şahsiyetlerin Abant Platformunda bulunabilmesinin nedeni T.C’nin himayesinde ve PKK ve Hizbullah’tan bağımsız olmaları değil midir?
Umarım ya PKK’ci veya Hizbullahçı olun diye yazdığımı hemen yüzüme vurmazsınız da, Kürt güçlerini dışlayan İslamcı ve Milliyetçi Kürtlerin T.C devletinin veya sonu bu devletin devletçilik ve milliyetçilik ilkelerine uzanacak güçlerin himayesine muhtaç olduğunu izah etmeye çalıştığımı anlarsınız. Hizbullahçı hele PKK’ci olmadığımı söylemek bir anlam taşır mı bilmem, ama Hizbullah’ı ve PKK’yi bir Kürt gücü olarak kabul etmekteyim: Dışlamaktan kastım budur, bir güç olarak kabul etmem ona teslim olmamı veya onun güdümüne girmemi gerekli kılmaz; bu bana kimin himayesinde İslamcılık veya milliyetçilik yapmayacağımı öğretir. PKK ve Hizbullah, İslamcılar ve milliyetçiler için bir bela ise, bu iki beladan (ebediyen) kurtulmanın tek yolu T.C’nin yardımına sığınmaktır. İslamcılık ve özellikle milliyetçilik bir biçimde bu topraklarda bir gücün himayesine muhtaçtır ve bu ihtiyaç için baskın Kürt güçleri alan açmıyorsa, Türk gücü sizin ‘iyi ki var’ınız olur.
“Bizi bunlara muhtaç edemezsin, bizim senin anlayamadığın dayandığımız bir gücümüz var, bu güç, İslamcılar için Allah, milliyetçiler için halktır: Biz İslamcılar ve milliyetçiler olarak Allah’a ve halkımıza dayanıyoruz; onların himayesindeyiz. Senin kafan gittikçe karanlıklaşıyor ve senin adına çok üzülüyoruz. Doğrusu süküt-u hayal içerisindeyiz.” Diyebilecek arkadaşları hiç de kınayacak değilim: Bir ülkücü liderin ölümü dahi İslamcı Kürtlerde bölünmüşlük yaratıyorsa, bunu neden kınayayım! Bir kere sonsuz kudret sahibi Allah’a dayanmak, şu dünyanın hali ortadayken salt bir ifade olarak işin kelâmi boyutuna da muhtaçtır, iş burada uzar. Halkın gücüne gelince; halkın salt bir gücü bulunsaydı, halk zaten bu halde olmazdı. Kaldı ki, istizafa uğramış bir halkın, bırakın gücünü, izzetini dahi bulmak zordur: Halk bu örgütleri veya örgütlenmeleri yoluyla güçlüdür. Tabi tabela örgütlerinden bahsetmiyoruz.
Güneydoğu gibi talihsiz kelimelerin ağızlarına pelesenk olduğu Hizbullah’ı bir şey sanıyor değilim, ama aynı zamanda çok şey de sanmaktayım. Eğer kurguladığım gibi sosyal ve siyasal ve hatta stratejik bir aktör ise Hizbullah, bu, böyle düşünmekle yanılmadığımı da göreceğiz demektir. Hizbullah’ı konu edinip diğer fedakâr yapısal çalışmaları buna kurban ettiğim lütfen düşünülmesin: DTP’nin aldığı toplam oy 2.400.000 iken HAKPAR’ın aldığı toplam oy 24.000’dir. Mustazaf-der ile başka bir İslami yapının partileştiğini düşündüğümüzde sizce yukarıdakine benzer bir sonuç çıkmaz mı karşımıza?
Yavuz Delal BEROJ.COM
|