H. 164 yılının Rebiulevvel ayında, Bağdat’ta hayata gözlerini açan İmam Ahmed bin Hanbel, Şeyban Kabilesi’ndendir. Nizar Kabilesi seviyesinde de Peygamber (sav)’in soyu ile birleşmektedir. Hanbel, onun babası değil, dedesidir. Babası Muhammed, kendisi henüz annesinin karnında iken vefat edince bütün eğitimini annesi üstlenmiş, onu zorluklar içinde büyütmüştür. Büyük sıkıntılar içinde yetim olarak büyümüş olmak İmam Ahmed’e tahammül, cefakârlık, azim ve kendine güven kazandırmıştır. Henüz çocukken Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş olan İmam, dönemin en önemli ilim merkezlerinden olan Bağdat’ta doğup büyümüş olmanın da avantajıyla hemen ilme yönelmiş ve derslere katılmaya başlamıştır. Küçük Ahmed, oyun oynarken bile ciddi şeylerle uğraşır, herkesin dikkatini üzerine çekerdi. Hatta dönemin feraset sahibi zatlarından Heysem b. Cemil; “Bu çocuk yaşarsa, döneminin hücceti olacaktır” demiştir. Daha küçük yaşta iken hadise verdiği önemi şu anısından anlaşılıyor: “Ben bazı günler hadis dersine yetişmek için o kadar erken gitmeye karar verirdim ki, annem kolumdan tutar, ‘Biraz dur da hiç olmazsa sabah ezanı okunsun, ortalık biraz aydınlansın!’ derdi.” On beş yaşında ciddi anlamda hadis derslerine başlayan ve ilk olarak da İmam Ebu Yusuf’tan hadis yazdığını kaydeden İmam, dört sene boyunca ilk asli hocası Haşim b. Beşir’den ders almıştır. Ayrıca meşhur hadis imamlarından Abdurrahman b. Mehdi ve Ebubekir b. Ayyaş’tan da istifade etmiştir. Yedi yıl Bağdat’ta hadis dersi aldıktan sonra ilme ve özellikle de Peygamber hadisine verdiği önemden ötürü yirmi iki yaşından itibaren hadis yolculuklarına başlamış, Basra, Kufe, Hicaz ve Yemen’e gidip hadis öğrenmiş, bu sayede aralarında İmam Şafii, Ebu Uyeyne, Yahya b. Said, Abdurrezzak b. Hemmam gibi büyük zatların da bulunduğu yüzü aşkın âlimden istifade edip ders almıştır. Kısa sürede ulaşmış olduğu seviyesini, İmam Şafii’nin ona hitaben söylediği; “Eğer hadis alimlerine göre sahih olan bir hadise rastlarsan bana bildir, onu tercih edeceğim” sözünden anlayabiliyoruz. Peygamber (sav) hadisini öğrenip nesillere aktarmak ve yaşatmak görevini ifa etme bilinciyle, karşılaştığı tüm zorlukları aşıp bu uğurda bütün ömrünü yollarda geçirme pahasına da olsa, buna azimli olduğunu şu rivayetten anlıyoruz: Kendisine; “Kâh Kufe’ye, kâh Basra’ya gidiyorsun. Bu yolculuk ne zamana kadar?” diye sorulduğunda; “Kalemle beraber mezara kadar…” cevabını vermiştir. Kendilerinden çok istifade etmiş olduğu İmam Ebu Yusuf ve İmam Şafii’den ders alması fıkıhla tanışmasına sebebiyet vermiştir. Böylece hem sünnet fıkhına, hem de sahabe fıkhına ciddi manada meyletmiştir. Sahabe fıkhıyla uğraşması ufkunu daha bir genişletmiş ve sonuçlara ulaşmada müstakim çizgiyi izlemesine vesile olmuştur. Zira düşünce ve pratikte istikameti bulmak; “Her biri birer yıldız olan” bu yüce şahsiyetleri hakkıyla tanıyıp takip edebilmekle mümkündür ancak. Bundandır ki söz konusu idealleri yaşamak amacıyla en fer’i noktalarda dahi bunu gözeten İmam Ahmet b. Hanbel, hadis dersi vermeye olgunluk yaşı olarak bilinen kırkına varınca başlamıştır. Sünnete bağlılığı ve ihlâsla yoğrulmuş eşsiz ahlakı, derslerine olan rağbeti arttırmıştır. Nitekim ders dinlemeye gelenlerin sayısı -beş yüzü hadis yazıcısı olmak üzere- beş bine kadar ulaşmıştır. Burada dikkati çeken en önemli hususlardan biri de teveccühlerin en yoğun olduğu dönemde dahi İmam Ahmed’in istikametinde en ufak bir sapmanın olmayışıdır. Zira yoğun teveccüh, en tehlikeli badirelerden biridir, belki de en tehlikelisidir. Bundandır ki başta büyük bir uğraş ve ihlâsla ifa edilen hizmetlerin akabinde gelen teveccühler, birçok şahsiyet ve oluşumların haktan sapıp kalabalıkların geçici hevasına tabi olmalarına sebebiyet vermiştir. Bu hususta da sünnete sarılan İmam Ahmed b. Hanbel’in tutumunu, talebesi Mervezi şöyle anlatıyor: “Fakirlerin hiçbir mecliste, İmam Ahmed’in meclisinde olduğu kadar kıymetli olduklarını görmedim. İmam Ahmed, yalnızca fakirlerle ilgilenir, dünya ehli ile ilgilenmezdi.” İmam Ahmed’in ünü kısa zamanda her tarafa yayılmış, dört bir taraftan insanlar onu ziyaret etmeye başlamışlardır. O, Allah’a ve insanlara karşı tevazu gösterdikçe yücelmiştir. Buna rağmen kendisinden, sadece Kur’an-ı Kerim ve sünnet bilgisinin yazılmasını isteyip fetvalarının yazılmamasında ısrar etmiş, “Biz ilmi yukarıdan almakla emrolunmuşuz” demiştir. Akide hususunda da sadece selefin takip edilmesi görüş ve kararlılığındaki İmam, yeni tartışmalardan hiç birine girmeyip hepsinin bid’at ve uzak durulması gerekli hususlar olduğunu söylemiştir. Hiçbir akidevi konunun Kur’an-ı Kerim ve sünnet çerçevesi dışına çıkamayacağını savuranak, o gün iliklerine değin akidevi-fikri bozukluklara ve bid’atlara dalmış olan topluma da aynı zamanda yol göstericilikte bulunmuştur. Bu hassasiyeti, kararlı ve müstakim tavrı sebebiyledir ki; Hıristiyan rahiplerince ortaya atılan “Kur’an-ı Kerim önceden mi vardı, sonradan mı yaratıldı?” fitnesi sırasında “Allah’ın kitabında, Peygamber (sav) hadisinde, sahabi veya tabiinin sözlerinde yer alan konuları konuşur, gerisini hoş karşılamam” diyerek tartışmaya girmekten kaçınmış, ancak “Kur’an-ı Kerim sonradan yaratıldı” düşüncesinin herkesçe kabul edilmesinin zorunlu kılındığı Abbasi sultanları Me’mun, Mu’tasım ve Vasık dönemlerinde birçok işkence ve baskıya maruz kalmıştır. Bu dönemde ayaklarına dörder zincir vurulmuş, zincirli haliyle dolaştırılmış ve yıllar sonra öldüğünde bile hala izleri silinmemiş bulunan kırbaç darbelerine maruz kalmış, 28 ay zindanlarda tutulmuş, bunlar yetmiyormuşçasına serbest bırakıldıktan sonra da ders vermesi yasaklanmıştır. İmam, toplam on dört yıl süren bu sürecin yarısına yakın bölümünde işkence görmüş, diğer yarısında sıkıntılar yaşamış, böylelikle Kur’an-ı Kerim ve sünnetin bir tek meselesine dahi muhalefet etmeyip bu uğurda her türlü bedeli ödeyebileceğini yaşantısıyla göstererek “Sünnet İmamı” olarak adlandırılmasındaki liyakatini ortaya koymuştur. Abbasi halifelerinden Mütevekkil döneminde bu baskılara nihayet son verilmiş, Sabur olan yüce Rabbimiz, İmam’ın ömrünün son dokuz yılına tekabül eden bu dönemde eski ders günlerine dönmesini müyesser kılmıştır. Mütevekkil, fakih ve muhaddislere yakınlık göstermiş, özellikle de İmam’a olan bağlılığını ortaya koymuştur. Mütevekkil devri de, Mütevekkil’in İmama çok bağlı olmasından dolayı ayrıca kendisi için bir imtihan devriydi. Bu devrin imtihanı ona daha zor geliyordu. Bu bakımdan daima endişe içindeydi. Ara sıra, ‘O adamların eziyet ve işkencelerine rağmen dini duygularım sarsılmadı, dini görüşlerim değişmedi. Şimdi ihtiyarlığımda da ikinci bir imtihanla karşı karşıyayım’ derdi. Mu’tasım’ın kırbaçları onun sünnete bağlılığında ve doğruluğunda bir farklılık oluşturmadığı gibi, Mütevekkil’in bağlılık ve hürmeti de onun tevekkülünde, gönül tokluğunda ve kula minnetsizliğinde bir değişiklik meydana getirmedi. Hakkında İmam Şafii’nin “Ben Bağdat’tan ayrılırken geride Ahmed b. Hanbel’den daha muttaki ve daha fakih birini bırakmadım” dediği İmam Ahmed’den hadis rivayet edenlerin arasında, en önemli muhaddislerden Buhari, Müslim, Ebu Davud, Ali b. El-Medeni’nin de bulunması onun ilmi seviyesini göstermektedir. Kendi rivayet ettikleri bile olsa ezberden değil, kitaba bakarak ders vermesi de, ilmiyle doğru orantılı olarak artan tevazusunu gözler önüne sermede yeterlidir. İlim yolunda tükettiği hayatı boyunca geçim sıkıntısı çekmiş, bu sebeple hamallık ve dokumacılık yapıp ekin artıklarını toplamıştır. Hatta bir defasında sahip olduğu tek elbisesi çalındığında birkaç gün evden çıkamayacak durumda kalmıştır. Yakın bir zamanda gelir bekleyip yolcu olmamak ve alacaklının da helalinden kazanması şartıyla borç kabul ederdi. İmam Ahmed’in, bu zor şartlara rağmen halifenin tüm ikram ve görev tekliflerini ısrarla geri çevirmesi ve oğluna ait olup halife yardımıyla kurulan fırında pişen ekmeği, ‘Şüphelidir’ deyip yememesi, insanlardan müstağni olmak ve takva noktasında ne kadar hassas olduğunu göstermektedir. Aynı hassasiyetindendir ki hep ‘Kalpler helal yemekle yumuşar’ sözünü tekrarlamıştır. “Bütün dünya bir araya gelip büzülerek tek lokma olsa ve o lokma bir Müslümanın elinde bulunsa, o da bunu Müslüman kardeşinin ağzına koysa israf olmaz” diyecek kadar cömertti. Riyadan nefret edip “Tanınmamak için Mekke’ye gidip kendimi Mekke mahallelerinden birine atmak istiyorum” diyebilecek derecede ihlâslıydı. İmam Ahmed b. Hanbel’in “Sadece ‘bid’atın’ propagandasını yapanı ve onu yayanı affetmem. Yoksa bana işkence yapanların, bunda payı olanların hepsini affettim” sözünden sünnete ne kadar önem verdiği açıkça görülmektedir. Kendisini görenleri titreten heybeti ise ayrı bir öneme haizdi. Şiddetli baskı ve gözetim döneminde kendisini takip etmek için görevlendirilenlerin bile kapısında durmaya cesaret edemediği heybet ve vakarını muhafaza etmeye çok önem vermiş, gereksiz tartışma, kötü söz söyleme ve şakalaşmanın buna zarar vereceğini vurgulamıştır. Güzel ahlâk, fazilet, zühd, takva, sabır, metanet, nezaket, cesaret, soğukkanlılık, dürüstlük, azim, tahammül, her daim mütebessim olma gibi güzel hasletlerin tümüne sahip olan İmam, mükemmel manada bir abid olarak Rabbine va’dinde sadık kalmıştır. H. 241 yılı Rebiulevvel ayının on ikisine tekabül eden Cuma günü vefat etmiştir. Allah ondan razı olsun ve bizleri de onun hayır ve bereketin mahrum etmesin… Kaynak: Mezhepler tarihi (M. Ebu Zehra) Hc.Ahmet ÇELİK |