HASAN EL BENNA BİR İMAM, BİR MÜRŞİT, BİR REHBER… “O’nu gelip geçen, gündeme gelip unutulan bir kimlik olarak göstermek hiç kimsenin harcı değildir, olmayacaktır da…” (Ömer Tilmisani) Allah insanlığın ilk yaradılışından bu yana insanlığı rehbersiz bırakmamıştır. Tarihin çeşitli dönemlerinde Peygamberler göndermiştir. Bu Peygamberler de insanlığı karanlıktan kurtarıp, nura ulaştıran hidayet rehberleri olmuşlardır. Peygamberlik silsilesi gözlerimizin nuru Hz. Muhammed (sav) ile son bulduktan sonra hidayet rehberliğini peygamberlerin varisleri olan âlimler üstlenmişlerdir. Hz. Peygamberden (sav) sonra tarihin her döneminde hak ve hakikat savunucuları ortaya çıkmış ve bu savunucular, rayından çıkan beşeriyeti tekrar fıtratına döndürmek için mücadele vermiş, maddi ve manevi meşru tüm araç, gereç, yöntem ve usullerini kullanmışlardır. Tevhit mücadelesi dünyanın bir yerinde durmuş veya akamete uğramışsa da başka bir yer ve zamanda daha görkemli devam etmiştir. Eğer tarih incelenirse; ortalama her asırda toplumu özüne dönüştürecek âlimler, ıslahatçılar ve rehberler değişik zaman ve mekânlarda gelmişlerdir. Hatta her bölge ve mıntıkanın yarım veya yüz yılda bir, bir hakikat mehdisi olmuştur. Dolayısıyla insanlık hiçbir zaman rehbersiz kalmamış ve daima hidayet rehberleri var olmuştur. İslam’ın iktidardan düşmesi ( ve halifeliğin saltanata dönüştürülmesi) ile beraber İslam coğrafyası tarihinin en karanlık günlerini yaşamaya başladı. Vahiy ve medeniyetin beşiği olan bu coğrafyada kan, gözyaşı, zulüm ve çeşit çeşit istibtadlar eksik olmadı. Ve bu talihsizlik günümüze kadar da devam etmiştir. İşte bu talihsizliğe dur diyecek İslam coğrafyasının sair yerlerinde her biri birbirinden soylu ve derin İslami hareketler ve bunların temsilcileri ortaya çıkmışlardır. Bunlar arasında Türkiye’de Bediüzzaman Said-i Kürdi, Şeyh Said’i Palo, Şehit Rehber Hüseyin Velioğlu, Hindistan ve Pakistan topraklarında Mevdudi, Mısır’da Hasan El Benna, İran’da İmam Humeyni gibileri ilk akla gelen örneklerdir. Tarih boyunca değişik medeniyetlere beşiklik yapan Mısır, bereketli toprakları ve stratejik konumundan dolayı her zaman dış güçlerin istilasına uğramıştır. 19. yüzyılda İngiltere, Osmanlı devletinin gerilemesini fırsat bilerek Mısır’ı işgal etti. Bu işgal sadece toprağa yönelik bir işgal değildi, aynı zamanda kültürel idi. Asıl tehlike olan kültürel işgaldir. İbn-i Haldun’un dediği gibi “mağlup kavimler galipleri taklit ederlerdi.” Kurtuluşu kayıtsız şartsız batı taklidinde gören sözde aydınlar, toplumun dokusu ile oynuyorlardı. Halkın çoğu, bir İngiliz şirketi olan Suez Company'de işçiydi. İngilizler Mısır halkını ezip köle muamelesi yapıyorlardı. Fesat ve kötülük her yeri kaplamış, haramlar mubahlaştırılmıştı… Mısır kavruluyordu. İşte Mısır’ı bereketlendirecek, canlandıracak, hayat verecek ve dikenlikleri gülistana çevirecek manevi bir Nil nehrine ihtiyacı vardı. İşte Hasan el Benna o tatlı Nil ırmağı oldu. 17 Ekim 1906'da Mısır'ın Mahmudiye kentinde doğan Hasan el-Benna, dini ve ilmi yönden köklü bir aileye mensuptur. Babası hadis âlimi idi. Hadis konusunda bizzat kendisinin de yazdığı eserler vardır. İşte böyle ilmi bir yuvada büyüyen Hasan El Benna; ilim, takva ve zühd atmosferinde çok güzel yetişmiştir. Daha küçük yaşlarda üstün bir zekâya sahip olduğu gözleniyordu. Gece namazlarına ve pazartesi, perşembe günleri oruçlarına devam ediyordu. Küçük yaşlarında Kur'an-ı Kerimi yarısına kadar ezberleyen El Benna, 15 yaşlarında hıfzını tamamladı. Hasan El Benna’nın isminde sanki bir sır gizliydi. Zira Benna kelimesi sözlükte; yapan, kuran, bir binanın temelini atan anlamlarına gelir. Bu hususu Seyyid Kutup şöyle anlatır: “Hasan El Benna isminde bir zatın soyadının “Benna” olması sadece bir tesadüf eseridir belki. Lakin kim buna tesadüf diyebilir? Bu adam için en büyük hakikat, bina kuruculuktur. Kuruculuğu en iyi bir şekilde yapmaktadır. Hayır, hayır o kuruculuk dehasıdır. İslam akidesi birçok davetçi tanıdı. Lakin her davetçi kurucu değildir.” Nafile ibadetlere devam etmesiyle ruhu enginleşmiş ve nefsi daha da paklaşmıştı. Ayrıca daha talebelik yıllarındaki İslâmi çalışmalarından dolayı da genel kültürü oldukça gelişmişti. Okuduğu medresede emr-i bil maruf nehyi ani'l-münker teşkilatını kardeşiyle beraber kurarak bazı önemli şahsiyetlere mektuplar gönderip onlara nasihat etmeye ve onların dikkatlerini toplumdaki kötülüklere çekmeye başlamıştı. Liseden mezun olduğunda Mısır'daki tüm talebeler arasındaki sıralamada beşinci, “Darul Ulûm”da Üniversiteyi bitirme imtihanlarını verirken de onsekiz bin şiir beyti ve bir o kadarda nesir ezberlemişti. Darul Ulûm’u bitirdiğinde onun ayarında talebe yoktu. Üniversiteyi bitiren Hasan el-Benna, İsmailiye'deki okullardan birine tayin edilmişti. O zaman İngilizlerin tüm güçleri İsmailiye'de toplanmıştı. Okullarda Avrupa usulü eğitim yapılıyordu. İsmailiye bu haliyle sanki Londra'nın muhitlerinden birini andırıyordu. “İsmailiye’nin o zamanlar yürek parçalayıcı bir hali vardı. O günkü durumu görüp de hüngür hüngür ağlamamanın imkânı yoktu” der El Benna. İşte Benna o dönemleri anlatırken şöyle diyordu: "Allah bilir nice geceleri ümmetin dertlerine çareler aramak için geçirdik. Ve ümmetin hallerini tahlil etmek, dertlerini ortadan kaldırmak için ne kadar düşündük. Bu hallerin tesirinden bazen ağlama durumuna gelirdik." Derken Hasan el-Benna kendilerinde hayır alametleri olan bazı kişilerle irtibata geçti. Kendisiyle birlikte altı kişi bir araya gelerek İslâmi çalışmaların çekirdeğini oluşturmak için anlaştılar Mart 1928… “Zilkade ayının sıcak bir sabahı bağrı yanık, gönlü iman nuruyla dolu altı arkadaş yanıma gelmişlerdi. Hepsinin de gözünde ümit ve azim ışıkları parıldıyordu. İçten gelen hafif ve boğuk bir sesle şöyle demişlerdi: “Peki, ne yapalım? Bu iş ağlamakla, söylemekle bitmiyor. Ne yapmamız gerekiyorsa, öyle yapalım. Gerekirse; canımızı, malımızı, her şeyimizi feda edelim bu yolda. Sen bize önder ol, biz de senin yolunda yürüyelim. Programımızı çiz, yolumuzu göster. Biz de ona göre hareket edelim.” “Bunlar konuşurken gözlerim yaşarmıştı. Anlaştık, Allah’ın yüce kitabı üzerine yemin ettik. Artık biz bu davanın kulu, kölesi idik. Bütün gücümüzle çalışacaktık.” İçimizden birisi; “Adımız ne olacak? Cemiyet halinde mi çalışacağız?” dedi. “Bizim asıl gayemiz İslam’dır dedim. O yola gitmek için her ne metot varsa deneyeceğiz. Daha çok birlik ve kardeşliğe ehemmiyet vereceğiz. O halde adımız İhvan-ı Müslimin olsun.” Hasan el Benna, ilk davet faaliyetlerine İsmailiye'de kahvelerde zamanlarını boşa geçiren insanlardan başlamıştır. Ve bu kahvelerde vakitlerini boşa geçiren insanlardan İslâm davası için mümtaz şahıslar çıkartarak davaya kazandırmıştır. Hasan El Benna ve arkadaşları İsmailiye’nin her kahvesini ziyaret ederek davetin ilk kıvılcımlarını tutuşturdular. O, İhvan Hareketini kahve sohbetleriyle başlatmış ve halkı kucaklamakla belli bir noktaya ulaşılabileceğini görmüştü. Özellikle Hasan el Benna’nın hitabeti, gözyaşları ve vakarı, hayatını davaya vakfedişi ve de samimiyeti insanlar üzerinde büyük tesir uyandırıyordu. Hasan El Benna, topluma deklare ettikleri ilk mesajlarında şöyle diyordu: “Bu tüyler ürpertici, buhranlı devrede sesimizin en son perdesine kadar haykırıyoruz; Yavaş yavaş ama öldürücü kasırgalardan daha kuvvetli, mütevazı ama sarp kayalardan daha yüce, bütün şahsi ve mücerret arzulardan uzak, Allah’ın azametine ve vahyine dayalı gayemizi takdim ediyoruz. Bütün samimi ve gönülden inanmış Müslümanları safımıza çağırıyoruz. Ahiret hayatının mutluluğunu isteyenler gelsin.” Hasan el-Benna, İsmailiye'deki çalışmaları genişleyince ve tüm gayretlerini İslâm için tahsis edince İsmailiye'den Mısır'ın başkenti olan Kahire'ye taşındı. İhvan-ı Müslimin'in merkezini orada kurdu. Bütün gayretlerini İslâm’a davet ve onu tanıtma yolunda harcadı. Köy köy, şehir şehir dolaşıp gezdi. Konferanslar ve sohbetlerle her kesime açılım sağlandı. Gittiği her yerde İhvan’ın bir şubesini açıyordu. Öyle ki bir kaç sene içinde İhvan hareketi Mısır'ın her tarafına yayılıyordu ve her tarafta da ona katılmalar oluyordu. Hareket’in mensupları aşk ve şevkle hizmetten hizmete koşuyorlardı. Bu öyle bir hareketti ki, Sait Havva’nın dediği gibi; “Hasan el Benna’nın kurduğu anlamda bir cemaati bulmak gerçekte az rastlanacak bir durumdu.” Gün geçtikçe İhvan’ın faaliyet ve çalışmaları artıyor, Mısır toplumunun teveccühünü kazanıyor ve toplumun her kesiminden katılmalar oluyordu. Hatta diğer Arap devletlerinde bile İhvan adına faaliyet yürüten teşkilatlar kuruluyordu ve İhvan düşüncesi özelde Mısır, genelde Arap devletlerinde yayılıyordu. Bunu gören Kral Faruk, İhvanın yayılmasından korkarak onu kontrol etmek için her türlü çareye başvuruyordu. Hasan el-Benna'yı gizli istihbarattan birçok kişi takip etmeye başlamıştı. O nereye giderse onlar peşinden ayrılmıyorlardı. Derken 1947 senesinde Hasan El Benna bazı mücahitlerini Filistin'e göndermişti. Filistin dağları ve köyleri daha önce görmedikleri ender kahramanlar görmeye başlamışlardı. Evet, Filistin, Yahudi’ye kuvvetli bir ders vermek ve onlara zilleti tattırmak için ölümü hayata tercih eden insanlara şahit olmuştu. Kral Faruk için mesele iyice tehlikeli olmaya başladığından, bu meseleyi İngilizlerle beraber düşünüp hal yoluna gitmeye başladı. Kral Faruk, Müslüman Kardeşlerin tüm faaliyetlerini yasaklayarak onları tutuklatıp hapishanelere dolduruyordu. Dışarıda sadece Hasan El Benna kalmıştı. Kral Faruk’un maksadı onu öldürtmekti. İşte bu esnada Mahmut Abdülmecit, gizli istihbarattan beş kişiyi Benna'yı öldürmeleri için gönderdi. Ve Kahire'nin en büyük meydanında Müslüman Gençler Teşkilatının önünde 12 Şubat 1949 tarihinde Hasan el-Benna kurşunlandı. Tedavi için hastaneye kaldırıldığında gizli istihbarat tarafından Benna'ya müdahale edilmemesi ve böylece kan kaybına uğraması sağlandı. Onu şehit etmekle Nil ırmağı gibi tatlı, berrak ve bereketli İhvan davasını yok edeceklerini sandılar. Ama bu ırmak öyle bir ırmaktır ki cennetten gelmiş ve tekrar cennete gidecektir. Tarihte bu manevi ırmağı durdurmak için uğraşanlar çok olmuş ama hiç kimse durduramamış, önüne set çekmek isteyenleri de Firavun gibi insanlığa ibret yapmıştır. Tüm şer güçler, sömürgeciler, krallar, partiler, Ezher Üniversitesi ve fesat ehli Hasan El-Benna ile mücadele ederek onun yolunu engellemek ve davasından alıkoymak için çalıştılar. Ama Hasan El Benna bütün bunlara karşı savaşarak dağlar gibi, rüzgâra ve balyozlara aldırış etmeden yoluna devam etti. Düşmanların tüm tehditlerine rağmen hiç bir zaman bu tehditlerden etkilenerek davasından geriye adım atmamıştır ve O hiç bir zaman da zafere olan kuvvetli imanından en ufak bir gevşeme göstermemiş bilakis tehditler ve kuşatma artıkça zafere olan inancı da artıyordu. Tarihe baktığımızda birçok büyük lider görürüz. Bu büyüklük bazen olur ki ilmi yönden olur. Bazen bir fatih, bir komutan, bir kâşif ya da bir ıslahatçı yahut da bir siyasi lider büyük olabilir. Fakat kalıcılığı bakımından en büyük lider ümmeti yeniden inşa eden, yeni nesillerin yetişmesini sağlayan ve tarihin gidişatını değiştiren liderlerdir. İşte Hasan el-Benna, yirminci yüzyılda İslâm tarihinde en göze çarpan kalıcı liderlerden birisi olarak İslâm davasını bina etmiş, yeni bir nesil yetiştirmiştir. Özelde Mısır, genelde de İslâm dünyasının tarihi gidişatını değiştirmiştir. Hasan El Benna öyle bir bina kurmuştur ki bütün çağdaş İslami hareketler için ilham kaynağı olmuştur. Ve bu binadan etkilenmeyen veya kendisine model olarak kabul etmeyen hiçbir İslami hareket belki dünyada yoktur. Dünyadaki İslami hareketlerin Hasan El Benna’nın hareketinden etkilendiği gibi Hizbullahi Hareket te siyasi, ideolojik ve akidevi olarak İhvan teşkilatından etkilenmiştir. Hasan El Benna İslam dünyasını o kadar sarsmıştır ki bu şiddetli sarsıntıdan dolayı bu gün dahi olaylar gidişatını değiştirmektedir. Eğer bugün Hamas dünyanın en gelişmiş İsrail ordusunu 22 günlük savaşta hezimete uğratıyorsa, bu şüphesiz Hasan El Benna’nın arkada bıraktığı mirasın ne kadar büyük olduğunun göstergesidir. Şehadetinin 60. Yılında Hasan El Benna’yı saygıyla anıyorum, ruhu şad olsun. Allah’a emanet olun. CUDİ NUHOĞLU |