Kur’an-ı Kerim’e Göre Diyalog
Arınma,
hikmet, bilim, eğitim ve öğretimle donanmış Kur’an-ı Kerim, sıkıntı ve
zorluklarımızda vahyin rahmet eliyle gönüllerimize dokunup önümüzü
aydınlatmaktadır. Daha önce sapıklık içerisindeki kavimlerin ellerinden tutup
bataklıktan kurtardığı gibi bugün bir kurtarıcı olarak Mü’minlerin bu ilahi
iklime sığınmaları ve problemlerini bu atmosferde çözmeleri için çağrıda
bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Resul-i Ekrem (sav) ile müminlere büyük
lütuflarda bulunulduğu bildirilmektedir.
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan,
(kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti
öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta
bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler. “
(Al-i İmran 164)
Hz. Resul-i Ekrem (sav)’in risaletinin ilimle başladığını görüyoruz:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku!
Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir. “
(Alak 1-5)
“Şüphesiz ki bu Kur’an en doğru yola iletir” (İsra 9)
Ayeti kerimeler, hakka ve saadete ulaşmanın ilim, mantık, arınma ve eğitimle
gerçekleşebileceğini ortaya koymaktadır. İnsanlar, hikmet, mantık ve arınma
ışığında hakka yönelmeleri için akletmeye, araştırmaya ve düşünmeye
çağrılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in desturlarının gerçekleşmesi, akletme, düşünme, öğrenme,
diyalog ve söyleşiyle mümkündür. Konuyu ayetler ışığında irdelemeye çalışalım:
Araştırıp en iyisini seçmek
“Öyleyse kullarıma müjde ver ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar.
İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz
akıl sahipleridir. (Zümer 17-18)
Bu ayeti kerimede önemli birkaç nokta göze çarpmaktadır:
1-Söylenenleri dinlemek. Bunun için de dinleyen kulaklara sahip olunmalıdır.
2-En iyi sözleri takip etme, onlara uyma
Uyma ve takip etme, dinlemeden sonraki merhaledir. Bu durumda gerçeklerin ve
hakikatlerin açığa çıkmasıyla ilahi müjdenin belirginleşmektedir. Birinci
merhale diyalog olursa, dinleme ve tanıma imkanı bulunmaz. Bu durumda ikinci
merhale meydana gelmez ve güzel söze uyma şartı oluşmaz. Allah’ın müjdesinin bir
anlam ifade etmesi için iki aşamanın meydana gelmesi gerekir.
3-Her fert ya da toplum bu ayet-i kerimenin kapsamına girer mi? Başkasının söz
ve açıklamalarını dinleyip onların en iyilerini seçebilenlerin ilmi alanda
önemli bir seviyede olmaları gerekir ki en iyi sözü seçip en iyisini
ayırabilsinler. Böyle bir merhaleye ulaşmamaları durumunda, önlerine çıkan söz
ve yazıların etkisinde kalacaklar. Bu durumda ayetin kapsamı içine giremezler.
4-Bir yerde doğru bilgiye ve yakîne ulaşılmamışsa, burada ihtilafın bulunması
söz konusu olabilir. Ancak doğru bilgiye ulaşılmışsa ve buna rağmen ihtilaf
devam ediyorsa bunun adı fitnedir.
Doğru bilgiye ulaşmadan önce ihtilaf varsa bu durumda hakikate ulaşmak için
diyaloglar oluşturulur ve bakış açıları araştırılıp tahkike tabu tutulur ki
doğru bir neticeye ulaşılabilsin. Bu aşamadan sonrası hakka teslim olunmadır.
Resul-i Ekrem (sav)’in “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” hadisi şerefinde geçen
ihtilaf, doğru bilgiden önceki merhaledir. Doğru bilgiden sonraki ihtilaf
fitneye ve ümmetin bölünmesine yol açar.
5-Ayet-i kerime, diyalog ve söyleşiyle ilgili mesaj içerirken ilimle amelin
kemalatına ulaşmayı teşvik etmektedir. Bu ise, araştırma ve tahkik etmenin
dışındaki bir yolla mümkün değildir. Ancak bugün Müslümanlar arasında Kur’an’ın
bu yönteminden istifadenin epeyce zayıf olduğu görünmektedir.
Cezbetmek için saygı gösterme ve değer verme
“De ki: “Sizi göklerden ve yerden rızıklandıran kim?” De ki: “ Allah, gerçekten
ya biz, ya da siz her halde bir hidayet üzerindeyiz veya apaçık bir sapıklıkta.
“ (Sebe Suresi 24)
Bu ayetten önce de Hz. Resul-i Ekrem (sav)’e şöyle buyurulmuştu:
“De ki: “ Allah’ın dışında (tanrı diye) öne sürdüklerinizi çağırın. Onların
göklerde ve yerde bir zerre ağırlığınca bile (hiç bir şeye) güçleri yetmez;
onların bu ikisinde hiç bir ortaklığı olmadığı gibi, O’nun bunlardan hiç bir
destekçi olanı da yoktur” (Sebe 22)
Resul-i Ekrem (sav)’den müşriklere etrafınızdaki bütün bu nimetler kimdendir?
diye sorması istenmektedir. Aynı şekilde onlarla diyalog kurma ve onları cezbe
hazırlamak için, ilk adımda sanki onlar hak üzere olabilirler gibi yaklaşım
sergilenmektedir. Oysa ilk istidlale dikkat edilirse, onların iddialarının boş
ve batıl olduğu ortaya çıkar. Ancak yine de sözler ihtiramla söylenmektedir. Bu
ayette ortaya çıkan diğer bir nokta, hak sözü işitmeye hazır hale gelmeleri
amacıyla kendileriyle diyalog kurmada tahammül ve müsamahayla yaklaşılmaktadır.
Ayete göre her söz ya hidayettir ya dalalet bunun üçüncü bir şıkkı yoktur.
“Sizinle birbirlerine zıt iki ayrı sözümüz var ve toplanıp bir araya
getirilmeleri mümkün değildir. Ya biz hidayet üzereyiz sizler delalet
üzeresiniz, ya da siz hidayet üzeresiniz biz delalet üzereyiz. Saydığımız
delillere insaflıca baksanız hak ve batılın hangisi olduğunu rahatlıkla
görürsünüz” Bundan sonraki ayeti kerimede de hoşgörüyle yaklaşım göze
çarpmaktadır:
“De ki: Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin
işlediğinizden sorulacak değiliz. De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak,
sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (her şeyi)
hakkıyla bilendir. “ (Sebe’ 25-26)
Onların itikad ve inançları İslam’a göre ret edilse de, bu ayetten istifade
edilerek onlarla diyalogun gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu diyalog
neticesinde hakikatler ortaya konmalı ve onlar hakka çağırılmalı. İslam öyle
güçlü şekilde sunulmalı ki önlerine ufuklar açılabilmeli ve basiretle
hakikatlere yönelmelerine sebep olabilmelidir.
Diğer bir ayeti kerimede de Resul-i Ekrem (sav)’e çağrıda bulunulmaktadır:
“(Resûlüm!) De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve
bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz…” (Yusuf Suresi 108)
Kur’an’ı Kerim yumuşak bir dille ve itidalle yaklaşıp onları muhatap almaktadır.
Böylece onların kalbinde diyalog ve temayül için bir yolun açılması
hedeflenmektedir. Neticede duyguları hırpalanmadan konuşma alanına çekmeye ve
çağrıya muhatap edilmeye çalışılmaktadırlar. Kur’an’ın kelamı onları
rahatlatmaya çalışırken yumuşak ve hikmetli bir yaklaşımla düşmanlıklarının
dozunun düşürülmesi hedeflenmektedir.
Fahrettin Razi ayet-i kerimenin tefsirinde şunları dile getirir:
Bu, Allah’ın, peygamberini ilim ve benzeri şeylerde cereyan eden münazaralara,
ilmî münakaşalara bir irşadıdır. Bu böyledir. Çünkü münakaşa eden iki kimseden
biri diğerine, “Söylediğin bu söz yanlış, sen bunda hata ediyorsun”
dediğinde, bu söz onu öfkelendirir. Kişi öfkelenince de, fikrî doğruluk diye bir
şey kalmaz. Fikir ve düşünce bozulunca da, anlama ümidi kalmaz. Böylece de, elde
edilmek istenen maksada ulaşılamaz. Ama o ona, “Bu hususta ikimizden
birisinin hatalı olduğunda şüphe yok. Batıl (yanlış) içinde olmak, onun içinde
kalmak çirkin; hakka, doğruya, hakikate dönmek ise en güzel bir şeydir. Öyle ise
sakınsın diye, hangimizin hatalı olduğunu anlamaya çalışalım” dediğinde, bu
söz muhatabı düşünmeye, o hususu gözden geçirmeye ve taassubu bırakmaya sevk
eder. Bu, insanın makam ve rütbesinde bir noksanlığa da yol açmaz. Çünkü bu
kimsenin böylece, kendi görüşünde de şüpheli olduğu zannını uyandırılmıştır. Bu
hususta, Allah’ın hidayete sevk eden, Hz. Peygamber (sav)’in de hidayete eren, o
kâfirlerin ise, saptırıcı ve sapmış olduklarında hiç şüphe olmadığı halde, Cenâb-ı
Hakk’ın Peygamberine, “Herhalde ya biz, ya siz, mutlak bir hidayet üzereyiz
yahut apaçık bir dalâlette” demesini emredişi delâlet etmektedir. (Fahruddin
Er-Râzi, Tefsir-i Kebir, 18/341-342)
Kur’an-ı Kerim sadece Hz. Resul-i Ekrem (sav)’i hak taraftarı olarak
nitelendirirken, müşriklerle tartışmada yumuşak tabirlerden istifade etmektedir.
Allah Teâlâ, “ecreme” (cürüm işledi) fiilini, nefse nisbet etmiş, onların
cürüm işlerini açıkça bildirmeyip “sizin yaptığınız iş” diyerek üstü kapalı
şekilde ifade etmiş, böylece anlamalarına mani olabilecek bir kızgınlığa
düşmelerini önlemiştir. Ayetteki, “mes’ul olmazsınız” ve “mes’ul olmayız” ifadeleri,
kişiyi alabildiğine düşünmeye teşvik için kullanılmıştır. Çünkü herkes suçundan
dolayı hesaba çekilir, insan suçtan kaçınıp, onu nazar-ı dikkate aldığında
kurtulur. Ama suçtan uzak bir kimse, eğer bir suçtan dolayı hesaba çekilecek
olsaydı, inceleme (nazar) kâfi sayılmazdı. (Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
18/343)
Kur’an-ı Kerim’de geçtiği gibi Allah’ın peygamberleri insanlarla
karşılaştıklarında refk ve letafet gibi sıcak ve yumuşak lafızlardan istifade
ederlerdi. Örneğin, Hz. Nuh (as)’un kavmiyle diyalogu, peygamberlerin kullandığı
yöntemi açıkça ortaya koyar. Allah Teâla bununla ilgili olarak Hud Suresinin 25
– 34 ayetinde şöyle buyurur:
“Fakat iman edip salih amel işleyenler ve Rablerine karşı edepli olanlar,
güvenen ve itaat edenler var ya, işte bunlar da cennet ehlidirler. Onlar orada
ebedi kalırlar. Bu iki ayrı grubun misali, kör ve sağır ile gören ve işiten
gibidir. Bunlar hiç eşit olabilirler mi? Hâlâ düşünmeyecek misiniz? Andolsun ki,
vaktiyle Nuh’u da kavmine gönderdik, O, onlara şöyle dedi: “Ben sizin için
apaçık bir uyarıcıyım. “ “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin! Ben, size gelecek
acı bir günün azabından korkarım. “ Buna karşılık, kavminin ileri gelen
kâfirlerinden bir kısmı dediler ki: “Biz seni bizim gibi insanlardan biri olarak
görüyoruz, başka değil. İlk bakışta bizim ayak takımımızdan başkasının senin
arkana düştüğünü görmüyoruz. Sizin bizden fazla bir meziyetinizi de görmüyoruz.
Aksine sizi yalancılar sanıyoruz. “ Nuh dedi ki; “Ey kavmim! Peki şu
söyleyeceğime ne diyeceksiniz? Ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O,
bana kendi tarafından bir rahmet bahşetmişse, size de onu görecek göz
verilmemişse biz, istemediğiniz halde onu size zorla mı kabul ettireceğiz?” “Ey
kavmim! Ben sizden herhangi bir mal mülk istemiyorum. Benim mükâfatım ancak
Allah’a aittir. Ve ben ona iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette
Rablerine kavuşacaklar. Fakat ben de sizi cahillik eden bir kavim görüyorum. “
(Hud 25-29)
Bugün diyalog konusu en fazla istismar edilen mevzuların başında gelmektedir.
Kimileri diyalogla İslam düşmanlarının önünde eğilip onları yücelterek
kendilerini zelil duruma düşürmektedirler. Kimileri de davetti sundukları
insanlara yaklaşmada diyalog yönteminden istifade etmeleri gerekirken onlarla
büyük bir savaşın içindeymiş gibi keskin bir dili tercih etmektedirler. Oysa
bunda ne ifrata ne de tefrite yer vardır. Önemli olan karşı tarafı konuşmaya ve
dinleyeme sevk etmektir. Ayetlerde geçtiği gibi itidal çizgisi yakalanmalıdır.
Diyalog adına ne İslam düşmanlarına teslim olunmalı, ne de mesajımızı
ileteceğimiz kesimlere karşı kin ve nefretle yaklaşmalıyız. İkisinin arasındaki
itidal yolunu izlenerek başarılı olabiliriz. Aksi yöntemler Kur’an-ı Kerim’in
davet yöntemiyle uyuşmamaktadır.
Örneğin Hz. Nuh (as) onlarla karşılaştığında meseleleri gündeme getirip sorular
sorarak muhataplarının zihninde hakka dönük bir ışık yakmaya çalışmaktadır:
“Ey kavmim, ben onları etrafımdan kovacak olursam, Allah’tan beni kim
kurtarabilir? Siz hiç düşünmez misiniz?” Ben size “Allah’ın hazineleri benim
yanımdadır. “ demiyorum ki. Ben size “Ben bir meleğim. “ de demiyorum. O sizin
kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında “Allah onlara hiçbir hayır vermez. “
de demiyorum. Onların içlerindeki niyeti, en iyi Allah bilir. (Bu
söylediklerimin aksini iddia etseydim) asıl o zaman zalimlerden olurdum. Dediler
ki; “Ey Nuh! Bizimle didişip durdun, didişmende de çok ileri gittin. Eğer doğru
söylüyorsan, bizi tehdit ettiğin şu azabı getir de görelim. “ Nuh dedi ki; “Onu
ancak Allah dilerse getirir. Ve siz O’nu yıldıracak değilsiniz. “ Ben size öğüt
vermek istemiş olsam da, eğer Allah sizi helâk etmeyi murad ediyorsa, zaten öğüt
vermemin size bir faydası olmaz. Rabbiniz O’dur ve nihayet O’na
döndürüleceksiniz. (Hud 30-34)
İBRAHİM FIRAT
|