DERİN DEVLET VE ERGENEKON ÇETELERİNİN 28 ŞUBAT POST-MODERN DARBESİ
24 Aralık 1995 seçimlerinden Refah Partisinin birinci çıkması, Kemalist rejim cephesinde hazmedilmemiş ve daha ilk günden anormal bir sürecin yaşanacağı hissedilmişti. Necmeddin Erbakan hükümet kurma görevini aldıktan sonra tüm çabalarına rağmen başarılı olamamış ve görevi iade etmek zorunda kalmıştı. Asker ve derin devlet diğer partilere telkinlerde bulunarak olası Refah-Anavatan hükümetini engelleyerek hem kendini hissettirmiş hem de hocaya ilk mesajını vermişti. Askeri cenah ilk adımda istediğine ulaşmış, derin devlet destekli yapay birlikteliğe dayalı ANAP-DYP koalisyon hükümeti kurularak göreve başlamıştı.
Bu süreçle Refah partisinin kısa sürede tasfiye edildiği zannedilirken Anayasa mahkemesinin güven oylamasını iptal etmesiyle hükümet düştü. Tekrar görev alan Erbakan, Refah-yol hükümetini kurarak milli görüş lideri olarak başbakanlık koltuğuna oturdu. Erbakan hocanın başbakanlığıyla birlikte Kemalist rejimin zinde güçleri sivil ve askeri kanattan harekete geçerek rejim elden gidiyor(!) nakaratına başladılar.
28 Şubat post-modern darbesine uzanan bu süreçte her gün yeni bir provokasyon oluyor, zinde güçler irtica tehlikesini bahane ederek baskıyı artırıyorlardı. İşin ilginç tarafı sözde demokratik kuruluşlar, resmi kurum ve medya tek elden idare ediliyordu. Genelkurmay tarafından her gün yeni bir gündem oluşturulup servis ediliyordu. Zinde güçler de bunun yaygarasını yapıyordu. Hükümet bahane edilerek İslami kesimler ve İslami değerlerin hedef haline getirilmesi, mütedeyyin insanlar için baskı ve sıkıntılı bir sürecin başlayacağının habercisiydi.
Bir taraftan bunlar olurken diğer taraftan hocanın Libya gezisi ve Hükümette bakan olan Mehmet Ağar’ın patlak veren susurluk skandalının ortasında yer alması, zaten hükümeti devirmekte kararlı olan zinde güçlere yeni fırsatlar vermiş ve bu olaylar kullanılarak toplum kesimleri demokrasiye sahip çıkılıyor diye iyice manipüle edilmişti.
Mevcut iktidarın rejim için tehlikeli olduğu, irticanın öncelikli tehdit olduğu ve ülkenin karanlığa sürüklendiğini iddia eden belli başlı sivil toplum kuruluşları, derin devletin kendilerine biçtiği rolü çok iyi götürüyordu. Hükümetin her icraatında mutlaka bir eleştiri bulup konunun irtica ve rejim tehdidine getirilmesi Demirel’in ifadesiyle sözde silahsız güçlerle onları yönlendiren askeri cenahın gerçek niyetini ortaya koyuyordu.
Aslında söz konusu hükümet devlet için bir tehlike oluşturmuyordu ve bunu derin devlet de biliyordu. Ancak İslami kesim üzerine gitmenin ve Müslümanlara yönelik uygulanması düşünülen tedbirlerin fiiliyata geçirilmesi için ortamı uygun bulmuşlardı.
Etkisi halen devam eden, hukukun ayaklar altına alındığı 28 Şubat sürecinde neler oldu?
12 Eylül cuntasının eseri olan Milli Güvenlik Kurulunun her toplantısında yeni iddialar dile getiriliyor, basın kullanılarak toplum yönlendiriliyor ve ülkede “büyük bir irtica tehlikesi ve tehdidi var” havası oluşturuluyordu. Refah partili milletvekili ve belediye başkanlarının her sözü basın tarafından malzeme olarak kullanılıyor ve toplumda infial oluşturulmaya çalışıyordu. Bu süreçte Sincan Belediyesi tarafından gerçekleştirilen Kudüs gecesi Asker tarafından bahane edilmiş ve 28 Şubat Post-Modern darbesinin ilk fişekleri Sincan ilçesinde tanklar yürütülerek atılmıştı. Tankların yürütülmesi demokrasi için bir balans ayarı olarak sunulsa da yürütülen tanklar, ülkede demokrasi olmadığının ve derin devletin istediği zaman darbe yapacağının habercisi olmuştu.
Post-Modern darbeye adını veren 28 Şubat tarihli Milli Güvenlik Toplantısına günler kala medyanın tüm gündemi irtica(!) haberleri ve 28 Şubattaki toplantının maddeleriydi. Derin devlet, daha kararlar alınmadan nelerin olacağını medya aracılığı ile gözdağı şeklinde gündemleştirmiş ve sanki ölümü göstererek sıtmaya razı etmeyi planlamıştı. Tüm basında askeri cenahın Milli Güvenlik Kurulunda ciddi konuları gündeme getireceği ve talepleri olacağı işlenmekte ve onlarca madde sıralanmaktaydı.
28 Şubat günü gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu toplantısı dokuz saat sürmüş ve derin devlet geçmişte olduğu gibi bir kez daha durumdan vazife çıkararak ağırlığını koymuştu. Belki diğer darbeler gibi Radyo ve TV’den bildiri okunmamış, kahramanlık marşları çalınmamış ve siyasi aktörler tevkif edilmemişti. Ama alınan kararlara, ardından yaşanan sürece ve mağduriyetlere bakılacak olursa yaşananlar apaçık bir darbeydi.
Toplantıda on sekiz madde şeklinde dayatılan askeri talepler kurul üyelerine kabul ettirilmiş ve imza altına alınmıştı. “İrticaya Karşı Önlem Paketi” olarak sunulan kararlar Refah partisinin kendi misyonunu inkârı anlamındaydı. Zaten akabinde gerçekleştirilen suni hükümet krizleri ve milletvekili transferleriyle hükümet istifa etmek zorunda kalmıştı. Erbakan’ın istifasıyla protokol gereği Tansu Çiller görev beklerken, sürecin baş aktörü iki darbe yemiş ama artık darbecilerle kol kola giden Süleyman Demirel görevi Mesut Yılmaz’a vererek Refah-yol hükümetini fiilen bitirmişti.
28 Şubat sürecinde yaşanan siyasi entrikalara ve kişiliksiz politikacılara değinmenin bir anlamı yok. Demokrasi hazımsızlığı yaşayan TC rejiminde benzer durumlar sürekli yaşanabiliyor. 28 Şubat post-modern darbesinin getirdiği hukuksuzluk ve yaşanan mağduriyetler açısından anlam ifade ediyor. Baskı ve dayatmalarla bir takım kanunların çıkarılması, insanların fişlenmesi, birçok kişinin asılsız iddialarla zor durumda bırakılıp mağdur edilmesi sürecin bir parçasıydı. Yine 28 Şubat sürecinde hukukun siyasallaşması, medya organlarının bağımlı bir şekilde darbe tetikçiliği yapması ve sözde sivil toplum kuruluşları ve sendikaların yüz karası tavırları sürecin akıllarda kalanlarındandır.
28 Şubat kararlarıyla birlikte İslami kesimler büyük mağduriyet yaşamaya başlamış, adeta Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi sokaklarda kıyafet avı başlatılmıştı. Medya mensupları kolluk güçleriyle beraber sokaklarda sarıklı, türbanlı aramakta ve rejim elden gidiyor iddiasıyla hukuk ayaklar altına alınmaktaydı. Sokaklarda dolaşan Arap turistlerin dahi kıyafetlerinden dolayı medya ve kolluk güçlerinin baskılarına maruz kalması sürecin vahametini ve baskıların boyutunu gösteriyordu.
Bilim yuvası olması gereken üniversitelerin adeta birer ideolojik ve askeri karargâha dönüştürülerek irtica ile mücadele adı altında inançlı öğrencilerin ikna odalarına alınması ve mağdur edilmeleri de Kemalist rejimin tarihe yazılan diğer bir ayıbıydı. Sürecin aktörleri, 28 Şubatın bin yıl süreceğini tehdit şeklinde haykırmakta ve meydan okumaktaydı. Nitekim Mesut Yılmaz başkanlığında kurulan yeni hükümetin ilk icraatı sekiz yıllık kesintisiz eğitim kanunu çıkarmak olmuş ve imam hatip okullarının orta kısmı kapatılmıştı. Bununla da yetinmeyen zinde güçler, nerede bir Kur’an kursu varsa kapatmaya çalışmış, Kur’an dersi alan çocuklar medyada birer terörist ve irticacı gibi sunulmuştu. Yine bu süreçte Fadime Şahin ve Ali Kalkancı gibi figüranlar kullanılarak İslami kesime leke getirilmeye çalışılmış, çeşitli entrikalarla İslami kesimleri karalama ve baskı için zemin hazırlanmıştı.
28 Şubat sürecinde gerçek bir gericilik yaşanmaktaydı. Ama iddia edildiği gibi İslami kesimden kaynaklanan bir gericilik söz konusu olamazdı. Yaşanan gericilik, Kemalist rejimin genlerinde yer alan baskı, dayatma ve tahammülsüzlükten başka bir şey değildi. Daha önce iki darbe ve bir muhtıra ile rejime müdahale eden derin devlet, faşizan anlayış ve yaklaşımlarıyla 28 Şubat süreciyle bir kez daha sahneye çıkmıştır. Amaç, Kemalist rejimin dayatmalarını korumak ve İslami kesime hayat hakkı tanımamaktı. Seksen yıllık çürük bir rejimi ayakta tutmak için baskı ve dayatmalarda bulunmanın gericilikten başka bir izahı olmaz. Bunların Kemalist rejimi koruma ve kollama güdüsü veya durumdan vazife çıkarmaları, devleti korumaktan ziyade tarihsel sürece dayanan iktidarlarını kaybetmemek içindir. Ülke ekonomisinin yaşanan süreçle birlikte üçte bir oranında küçülmesi onlar için bir anlam ifade etmez. Nihayetinde amaç, iktidarlarının devam etmesi ve yandaşlarının nemalanması değil mi? Nitekim süreçle birlikte yaşanan banka batakları ve yolsuzluklardan kimlerin nemalandığı, irtica bahanesiyle nelerin amaçlandığı gün yüzüne çıkmıştır.
28 Şubat post-modern darbesini gerçekleştiren aktörlerin günümüzde Ergenekon çetesiyle anılması, hatta Ergenekon çetesinin bir numaralı adamının dönemin Genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı olduğu iddiaları tesadüf değildir. Ergenekon çetesi geçmişte olduğu gibi o gün de işbaşındaydı. Darbeyi aratmayacak karar ve uygulamalarla sözde var olan demokrasi ve parlamenter sistem yok sayılmış, İslami kesimlere büyük baskılar uygulanmıştır. Şüphesiz 28 Şubat darbesi son olmayacaktır. Bu ülkede askeri vesayet, derin devlet ve Ergenekon tipi yapılanmalar var olduğu sürece birileri durumdan vazife çıkarmaya ve demokrasiye balans ayarı vermeye devam edecektir. Yeter ki uygun zaman ve zemini bulabilsinler. Amaçları öyle iddia edildiği gibi rejimi korumak veya demokrasiye sahip çıkmak değildir bunların. Vesayetlerinin bittiği noktada kirli faaliyetleri ve yaptıkları zulümlerin ifşa olacağını iyi bildiklerinden hiçbir zaman iktidarlarını kaybetmek istemeyecek, toplumu yapay tehditlerle germeye devam edeceklerdir.
Bu ülkede demokratik parlamenter sistemin olduğu ve halkın kendi kendini yönettiği iddia edilmektedir. O zaman temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir ortamın olması ve hiç kimsenin baskıya maruz kalmadan inançlarının gereğini yerine getirerek yaşaması gerekir. Ama bu pek mümkün görülmemektedir. Demokrasi ve insan hakları, derin devlet ve kemikleşmiş iktidarlarının çıkarlarıyla çatıştığı an onlar için bir anlam ifade etmez. Çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede laiklik ve Kemalizm adı altında içi boş bir ideolojinin dayatılması, rejim demokrasisinin sınırlarını ortaya koymaktadır.
Laiklik elden gidiyor diye 28 Şubat Post-Modern darbesi yapıldı. Darbeyi gerçekleştiren aktörlerin asıl amacı iktidara fiilen gelmek olsa da emellerini gerçekleştiremeden zamanla silinip köşelerine çekilmek zorunda kaldılar. Bununla birlikte laiklik derin güçler için bir iktidar silahı olarak kullanılmaya devam edecek ve fırsat buldukça benzer icraatlara yelteneceklerdir.
Hangi demokratik ülkede sokakta kıyafet avcılığı yapılıyor? Hangi demokraside generaller medyayı bir silah gibi kullanarak toplumun değerlerine saldırıyor? Batı çalışma gurubu kurularak insanların fişlendiği ve mağdur olduğu bir sistemle barışık olmak mümkün değildir. Demokrasinin var olduğu bir ülkede darbe yapanların yargılanması gerekirken, 28 Şubat aktörlerine dokunulmaması derin devletin gücünü ve Kemalist rejimin acınası demokrasisini tarif ediyor. Bu ülkede zinde güçlere dokunulmadıkça ve çeteler hesap vermedikçe insan haklarından ve rejimle barışık bir toplumdan bahsetmek mümkün değildir.
Müslüman halkların Kemalist rejimden ve sözde demokrasilerinden bir beklentileri olmamalıdır. Müslümanlar açısından tablo daha nettir. 28 Şubat sürecinden ders ve ibret alınmalı, onların çizdiği uyduruk demokrasi söylemleriyle bir kazanımın olamayacağı anlaşılmalıdır.
Allah’a emanet olunuz.
ABDULLAH HOCAOĞLU |