Bir Ayet:
Allah ve Resûlü bir ise hüküm verdigi zaman, inanmis bir erkek ve kadina o isi kendi isteklerine göre seçme hakki yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karsi gelirse, apaçik bir sapikliga düsmüs olur. Ahzap/36
Bir Hadis: Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dünyada yaptığı iyiliklerdir.
20. YILDÖNÜMÜNDE HALEPÇE KATLİAMI / MUHAMMED ŞAKİR
Bazı zamanlar vardır, kimi halklar nezdinde bayram kabul edilir. Bazı zamanlar vardır, şenliklerle karşılanır, kutlamalar yapılır, mutluluklar paylaşılır. Lakin bazı zamanlar da vardır ki, başkaları bayram yaparken kimilerinin de acıları tazelenir, hıçkırıklar boğazlarda düğümlenir, gözyaşları sel olup akar, maruz kaldıkları cehennemi ortam canlanıverir gözlerinin önünde…
İslam ümmetinin düşünce ve inanç yapısına dayatılan derin sapmalar, etkisini her alanda hissettirmekte. Birey ve toplum yaşamında baş gösteren aykırı anlayışlar, düşünce ufuklarını daraltmakta, ümmet bilincinin kuşatıcı etkisini de sınırlamakta. Hatta insanların ahlakını, zevklerini, acı-tatlı anılarını dahi ümmet düşmanlarının ölçülerine göre şekillendirmekte. Hâkim konuma geçen sahte anlayışlar sahte ölçülerle beraber sahte kahramanlar türetmekte. Öyle ki, “Dicle kenarında kuzuyu kurt kapsa bundan kendini sorumlu tutan gerçek Ömer’lerin yerini, daraltılan-karartılan engin düşünce ufkunun neticesi olsa gerek, “bundan bana ne!” diyecek kadar basiretsizleşen sahte Ömer’ler almış bulunmakta. Kudüs’ün işgalini hazmedemeyen kahraman Selahaddinler tarihin derinliklerinde unutulmuş, bunun yerine iktidarlarını korumak adına, stratejik çıkarlar bahane edilerek Kudüs işgalcisi Siyonist rejimin gölgesine sığınan sahte Selahaddinler türemiş bulunmakta. İslam dünyasını çepeçevre saran, bölüp dağıtan sahte coğrafi sınırlar, aslında beynimizi, yüreğimizi, değerlerimizi bölüp dağıtan aşılmaz sınırlara dönüşmüş bulunmakta. Neyi nereye kadar düşüneceğimiz, kimin derdiyle ne kadar dertleneceğimiz, kimi dost kimi düşman bileceğimiz dahi sınırlandırılmış vaziyette. İnanç bağları, dayatılan modern dünya şartları kapsamında ayıp sayılmakta, dayatılan ulusçuluk putu ise çağdaşlığın karinesi haline gelmiş durumda. Hakikat ölçüleri örtbas edilmiş, batıl ölçütler ise zirve yapmakta. “Ancak mü’minler kardeştir” ilkesi rafa kaldırılmış; ırkçı, kafatasçı düşünceler beyinlere nakşedilmekte. İşte bundandır ki zevklerimizin, acı-tatlı anılarımızın, kurtuluş ve esaret günlerimizin farklılaşması. Hatta kendimize karşı yabancılaşmamız…
Kocaman Ümmetten paramparça ulus yapılanmasına kaymamız, bugün için İslam dünyasını coğrafi sınır, ulus farklılığı tanımadan kasıp kavuran emperyalist tahakkümün boyunduruğuna mahkum eden temel nedendir. Emperyalist irade doğrultusunda Müslüman halkların bölük pörçük hale gelmesi, çeşitli oyunlara gelerek ulusal kaygılarla birbirlerini arkadan hançerlemesi, kimileri için adına ülke denen Batı menşeli korunaksız sığınaklar bulma imkanı vermişse de, netice itibariyle hiçbir topluluğa Ümmet oluşumunun hüküm sürdüğü dönemdeki gibi medeniyet birikimi, insani değerler, maddi manevi refah ve güven duygularını kazandıramamıştır.
Ümmet değerlerinden soyutlanıp modern ulus anlayışı kapsamında devlet kuran hangi Müslüman topluluk bugün halinden memnundur? Hangi topluluk emperyalist tahakküme karşı kendini güvende hissetmektedir? Hangi topluluk medeniyet kapsamında değerlendirilebilecek bir birikim ortaya koyabilmiştir? Bir zamanlar İslam dünyasında zekat verilecek kimse bulunamaz iken hangi topluluk özleyip hedeflediği maddi refah seviyesini yakalayabilmiştir? Kaç tane topluluk her yönüyle gerçekten de bağımsızlığını ortaya koyabilmiştir? Kaç tane..? Hangisi..? Araplar mı? Türkler mi? Kürtler mi? Rahat yüzü görmeyen Afganlar mı? İşgal politikalarının bedelini canlarıyla, namuslarıyla ödemeye mahkum edilen Irak halkı mı? Kameralar önünde elleri kolları kırılan, evleri başlarına yıkılan sahipsiz Filistin halkı mı? Açlık ve iç çatışmalar yetmiyormuş gibi bir de toprakları işgal edilen Somali halkı mı? Katliamlar yetmiyormuş gibi bir de kimyasal gazlara maruz kalan Halepçeli mi? Ya da despot rejimlerin yanında yeni saldırı ve İşgal politikalarına alet edilmek istenen Sünniler mi? Siyonist rejimden daha tehlikeli gösterilmek istenen Şiiler mi? Kılık kıyafet mağdurları mı? Başörtüsü dahi kendisine çok görülen, hakları gaspedilen 21.yüzyıl mağduru Müslüman kadın mı? Elbette ki hiç biri… Hiç kimse… Çünkü senaristler, felaket senaryolarını hazırlarken bunların hiç birisine yer vermemişlerdi. Çünkü haksız kazanımlar, başkalarının mağduriyetleri üzerine kurulu olmalıydı. Bu bir kuraldı ve emperyalizm, Müslümanlar arasındaki uygulamalarıyla kazanımlarına yeni kazanımlar katarken; mağdurların mağduriyetine de yeni mağduriyetler ekleniyor olmalıydı. Güçlüler ayakta kalmalı mağdurlar ayıklanmalıydı. Belki de Darwin’in doğal seleksiyon kuramından ilham alınarak geliştirilen bir tür yapay seleksiyon kuramı gibi.
İslam dünyasını oluşturan tüm halklar, uygulanan sömürgeci politikalar neticesinde paylarına düşen mağduriyetleri yaşadılar ve yaşamaya devam etmektedirler. Emperyalist aktörlerden kimisi yaşlanıp görevini bir başka aktöre aktardıysa da, ezilen Müslümanların olumsuz durumlarında iyi yönde hiçbir değişim yaşanmadı. Aksine, gün geçtikçe emperyalist ataklar daha da arttı, politikaların çapı daha da genişledi, uygulama alanları daha da büyüdü, çıkarları daha fazla çeşitlilik arzetti. Gelişen sanayileri için ham madde ve pazar bulma arayışlarıyla yola koyulan sömürü odakları, zaman içinde hedef büyütüp yer altı ve yerüstü kaynaklarının sömürülmesi yanında siyasi, sosyal, kültürel ve jeopolitik hedefler güderek oldukça karmaşık uygulamalara giriştiler. Sömürü alanında her yeni açılım, Müslümanlar açısından daha fazla kendine yabancılaşma, daha fazla güç kaybı, daha fazla iç karışıklıklar, daha fazla katliam, daha fazla kan ve göz yaşlarını beraberinde getirdi. Barbar batılıların uğursuz politikaları neticesinde ümmeti oluşturan her mezhepten, her nesepten etnik ve dini topluluklar kendilerine düşen acı dramları çeşitli şekillerde yaşamak zorunda kaldılar.
Ancak İslam ümmetinin içerisinde uğradıkları kıyım, talan ve katliam politikaları kimi topluluklarda zaman zaman kesintiye uğrarken; iki topluluk vardır ki, uğradıkları kıyımların ardı arkası kesilmemiş, mağduriyetleri, feryad ve acıları günümüze kadar kesintisiz süregelmiştir. Düşmanlarının uygulamalarıyla beraber dönemsel dostlarının kaypaklığı, uğradıkları ihanetler, sahiplenmek adına ortaya çıkan güçlerin taktik manevraları, en kritik anlarda yalnız bırakılmaları iki topluluğun da ortak kaderi olmuştur. Yine yandaş olarak görünenlerin, mağduriyetlerini siyasi ve ideolojik rantlara dönüştürme çabaları da aynı şekilde bu iki halkın ortak kaderi niteliğindedir. Dost görünenleri çok olmasına karşın gerçekte neredeyse hiçbir dostlarının olmaması da ayrı bir ortak noktalarıdır. Haklı ve insani taleplerine karşı verilen acımasız tepkiler, girişilen yeni model saldırganlıklar, imha ve soykırım amaçlı modern saldırı teknikleri, kitlesel katliamlar, demografik hedefleri tutturma uğruna sürgünler ortak kaderleri olmuştur bu iki halkın. Belki de tek farkları vardı, o da düşmanlarının isimlerinin farklı olması. Birininki Peretz, Moşe, Şaron vb. iken; diğerininki ise telaffuz etmekte zorlanmadığımız, içimizden isimlerdi. İslam ümmetinin yetim bırakılmış iki mazlum halkı… Filistin halkı ve Kürt halkı.
Ve bugün 16 Mart 2008.
Hatırladınız mı?
20 yıl öncesinin 16 Mart’ını… 1988 yılını…
Müslümanların kutsal kitabına atfen adına ENFAL denilen soykırım operasyonunu… Enfal’in ganimet demek olduğunu… Araplaştırma politikaları uğruna mazlum bir halkın toplu kıyımdan geçirildiğini ve mallarının ganimet sayıldığını…
Hatırladınız mı?
Öldürmekle bitiremedikleri bir halkın haşereler yerine konulduğu, bitirmek için haşerelerle mücadele tekniklerinin denendiği bir harekatı, bir katliamı, bir soykırım girişimini… Ve Halepçe’yi…
Hipodromlarda yarışı önde bitirmek için jokeyler tarafından özel olarak seçilen, beslenen ve eğitilen yarış atları misali emperyalistler de hedeflerine ulaşmayı sağlayacak özel uşaklar seçer, önlerine hedefler koyar ve her türlü donanımla besleyip desteklerler.
İran’da İslam İnkılabının gerçekleşmesi, Ortadoğu bölgesinde emperyalist güçleri derinden sarsmış, alelacele bir karşı reaksiyon gösterme gereği ortaya çıkmıştı
.
Yine yarış atı lazım gelmişti… Ortadoğu hipodromunda binicisi emperyalist jokeyi başarıya götürecek bir at… Huysuz olacaktı… Haşarı olacaktı… Ve de acımasız… Önüne gelene diş atacaktı… Yani Saddam…
İran’a komşu olması, sahip olduğu sapık baas ideolojisinin üstünlük sağlaması uğruna gayrı insani hiçbir fırsatı geri tepmemesi ve sahip olduğu katil ruhlu karakteri Amerika ve yandaşlarının imkan ve teşvikleriyle birleşince İran’a saldırmaması için hiçbir engel bırakmamıştı.
Şeytanın sağdan soldan, önden arkadan yanaşması misali Amerika, Sovyetler Birliği ve batı ülkelerinin silah ve lojistik desteği, Arap rejimlerinin petro-dolar desteği, küresel çapta propaganda imkanları, Firavun ve Karun’un yalakalığına soyunan Bel’amların fetva ve destek çağrılarına rağmen sonunda Saddam’la hedeflenen imkanlara ulaşamayacaklarının anlaşılması, Irak ordusunu kimyasal silahlarla donatmalarına sebep oluyordu. İran’ın içlerinde, Fao yarımadasında ve cephede zorlandıkları noktalarda defalarca kullanılan güya kullanılması yasak bu silahlarla Saddam güçleri takviye ediliyor, üretim merkezleri kuruluyor, Amerika’dan, demokrasinin beşiği Avrupa ülkelerinden Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre ve Belçika gibi ülkelerden hesapsız şekilde kimyasal hammaddeler Türkiye üzerinden Irak’a aktarılıyordu. Hatta Türkiye’den kimi şirketler dahi bu kirli sevkiyatın adresleri oluyordu. Ancak olmuyordu. Irak ordusu bir türlü istenilen başarıyı elde edemiyordu. Başarı şöyle dursun, 1987’e gelindiğinde gerileme baş gösteriyordu. Bu dönemde baas rejimiyle sürekli çatışma halinde olan Kürtler de önemli mesafeler katediyor ve Kürt bölgesine kadar gelen İran askerleriyle güçlerini birleştirme yoluna gidiyordu. Öbür taraftan Baas rejimi 23 Şubat ile 6 Eylül 1988 tarihleri arasında girişecek Enfal operasyonunun planlamasını yapıyor, girişecekleri soykırım hazırlıklarının detaylarını görüşüyordu. Haziran 1987’de Kimyasal Ali’nin operasyon birimlerine gönderdiği talimatlar özetle şunları içeriyordu:
Savaşan ya da savaşmayan bütün Kürtler kastedilerek, bozguncuların, İran ajanlarının ve benzeri Irak hainlerinin bulunduğu bütün köyler, güvenlik nedenleriyle girilmesi yasak alan olarak değerlendiriliyor. Bu bölgelere gıda ve hayvancılık dahil bütün giriş çıkışlar yasaklanıyordu. Bu bölgeler, askeri birliklerin istedikleri gibi ateş açabilecekleri operasyon bölgeleri olarak kabul ediliyordu.
Üst düzey komutanlardan, top, helikopter ve savaş uçaklarını kullanarak bu yasaklı bölgelerde mümkün olan en fazla sayıda insanı öldürmek amacıyla, gelişigüzel saldırılar gerçekleştirmeleri isteniyordu.
Buralarda yakalanacak herkesin sorguya çekilerek, faydalı bilgiler alındıktan sonra 15 – 70 yaş arasındakilerin infaz edilmesi isteniyordu.
Amerikan işgaline karşı “Koyun Ali’”ye dönen Kimyasal Ali, sözkonusu kendi vatandaşları olan savunmasız Kürt halkı olunca, komutanlarına hitaben verdiği emirlerde bakın nasıl şecaat arzediyordu. “Kürt köylerinde yıkılmamış tek bir ev bile kalmayacak. Ben gelip denetleyeceğim ve dokunulmamış tek bir ev görürsem, bundan oradaki birliğin komutanını sorumlu tutarım” diyordu.
Hatta askerlerin Kürtleri öldürmesini teşvik etmek amacıyla kim hangilerini öldürürse ele geçirdikleri malları onların olsun deniliyor, adeta öldürmeler için peşin rüşvetler dağıtılıyordu.
İşte bu hırs ve hayvani duygularla, Şubat 1988’de geniş kapsamlı operasyona başlanıyor, köyler, kasabalar yakılıp yıkılıyordu. Enfal Operasyonu boyunca yapılan tahribat, yıkım ve kimyasal saldırılardan sonra ele geçirilen sivil halk bir araya toplanıp esir kamplarına naklediliyordu. Bilahare bu insanlar yaş ve cinsiyetlerine göre tasnif ediliyor ve değişik yerlerde oluşturulan özel kamplara gönderiliyordu. Bunlardan yaşları 15 ile 50 arası olan erkeklerin çoğunun akıbetinden bir daha haber alınamıyor, gizli bir şekilde öldürülüyordu. Genç kızlar ise, kimi iddialara göre değişik Arap ülkelerinde oluşturulan pazarlarda kadın tüccarlarına satılıyor, eğlence mekanlarında zorla çalıştırılmaya mecbur bırakılıyordu. Ne de olsa Enfal, ganimet demekti, kadınlar da cariye statüsüne tabi olmalıydı. Dün, haysiyet ve şereflerini deve sırtındaki yükten ibaret bilenler; bugün bu hasletlerini, Avrupa’dan gönderilip Mersin limanı üzerinden ulaştırılan Amerikan konteynerlerinin içindekinden ibaret biliyorlardı. Onurlarını, şeref ve haysiyetlerini Amerika’ya, Siyonist rejime peşkeş çekenler, nedense güç yetirdikleri Müslüman Kürt halkının canını, malını ve namusunu ganimet sayma onursuzluğuna sarılıyordu. Çünkü onursuzluk, onursuzların vasfıydı. Ve faşist baas diktatöryası, üzerinde taşıdığı bu vasfının gereğini yapıyordu.
Bu operasyonda Kürt kaynaklarına göre öldürülen veya kaybolanların sayısı 180.000 kişi iken, bu rakamı abartılı bulan Kimyasal Ali ise hiçbir şey olmamışcasına “nereden çıkıyor bu abartılı rakamlar anlamıyorum, ölenlerin sayısı en fazla 100.000’dir diyerek sapık haleti ruhiyesini ortaya koyuyordu.
İşte Halepçe katliamı da bu operasyonun sadece bir parçasıydı. Katliamdan kısa süre önce İran ordusunun ilerleyişi, peşmergelerin işini kolaylaştırmış ve Saddam’ın ordusu bu bölgede ağır bir hezimete uğramış, Halepçe ve civarı, Kürtlerin denetimine geçmişti. İki gün sonra da Baas ordusu, Halepçe ve civarındaki yerleşim birimlerini hedef alan kimyasal saldırılarda bulundu. Saldırı sonunda resmi rakamlara göre 5.000, halka göre ise 20.000’e yakın insan feci şekilde can verdi. 10.000 civarında insan ise kör ve sakat kaldı.
180.000 kişinin katledildiği Enfal operasyonu kapsamında 5000 kişinin ölümüyle ismi ön plana çıkan Halepçe katliamı nicelik olarak belki de fazla bir sayı olarak görünmüyorsa da, katliamın niteliği, kullanılan silahlar, bu silahları sağlayan kaynaklar ve yöre halkının taleplerinin niteliği Halepçe katliamının sembol bir anlam kazanmasına yetiyordu.
Bu katliam, aslında sadece Kürt halkının mazlumiyet halkasına yeni bir halka eklemekle kalmıyordu.
Bu katliam; zalimlerin katillerin ruh halini ortaya koyduğu gibi, namertliğin, kalleşliğin, kahpeliğin gerektiğinde hiçbir sınır tanımayacağının da semboluydu.
Bu katliam; iğrenç emeller uğruna zalimleri kimyasal silahlarla donatanların ortaya sürdükleri yaldızlı laflarının, insan hakları ve özgürlük anlayışlarının, medeni dünyanın çağdaşlık değerlerinin, demokrasi dayatmalarının ne demek olduğunun, demokratik değerler diye bize yutturulmaya çalışılan nağmelerden ne anlamamız gerektiğinin de sembolu oluyordu.
Bu katliam; azınlık hakları raporlarını yayınlayanların, hak ihlallerinin çetelesini tutanların, başka ülkelerin nükleer çalışmaları için bir kaşık suda fırtına koparanların, kitle imha silahlarını önleme anlaşmalarını dayatanların gerçek yüzlerini teşhir etmesinin semboluydu.
Bu katliam; Siyonistlerden birinin burnunun kanaması etrafında fırtınalar koparanların, diğer Müslüman halklara yönelik katliamlara ketum kalmalarının semboluydu.
Bu katliam; Washington’un, Londra’nın, Paris’in, Berlin’in, Tel Aviv’in, Brüksel’in iftihar semboluydu.
Bu katliam; körlüğün, sağırlığın, ölüm sessizliğinin, vicdansızlığın, kınıyoruz demeyi bile çok görmenin, hatta örtbas etme çabalarının semboluydu.
Bu katliam; Saddam’ı kimyasal silahlarla donatan Beyaz Saray yönetiminin, 11 Eylül saldırılarından sonra, “Saddam Hüseyin’in 1988 yılında Halepçe’de Iraklı Kürtlere karşı zehirli gaz kullanmasının, Başkan Bush’un Irak’ı "Şer Ekseni" diye ilan ettiği üç ülke arasında saymasının başlıca nedenidir” deyişinin, ikiyüzlülüğünün sembolüdür.
Evet… Bir semboldu. Bu operasyonda 180.000 kişi hunharca katledildi. 5000 kişi Halepçe’de… Ya diğerleri. Diğer yerlerde katliama uğrayan, aynı şekilde kimyasal saldırılara maruz kalanların kaldığı yerleşim birimlerinin adlarını kaç kişi biliyor. Duydunuz mu? Eğer İran ordusu o esnada Halepçe civarında olmasaydı, bu katliamı teşhir etmeseydi, yaralılara müdahale etmeseydi, belki bugün aşina olduğumuz Halepçe ismi de bizler için pek bir anlam ifade etmeyebilecekti. Tıpkı eş zamanlı kimyasal saldırılara maruz kalan İnab ve Düceyde isimleri gibi.
Bir semboldu… Halepçe ve yöresi, Kürt halkının zülümlere karşı mücadelesinde değişim çizgisinin semboluydu. İslami düşüncenin, islami hareketlerin kaynağı, menbaı konumuna gelmişti. Son yirmi yıllık islamileşmenin, islami şahsiyetlerin, islami gençliğin boy gösterdiği bir yöre olmuştu. Bu da zalimlerin extradan zulümlerine yeterli bir bahanenin gerekçesinin semboluydu. Halepçe halkı İran askerlerini de tekbirlerle karşılamıştı. Kürt olmanın yanında bir de dincilik suçlaması. Bunun cezası elbette daha ağır olmalıydı. Nitekim öyle de oldu. Olmaya da devam ediyor. İşgal öncesi hava saldırılarında hedeflenen bölgelerden birisi de yine Halepçe civarıydı. Baas rejimine karşı mücadele veren Müslüman Kürtlerin karargahlarıydı. Yine yüzlerce kişi katliama tabi tutuluyordu. Bu sefer de kendilerini tasfiyede başarısız olan kendi içlerinden işbirlikçilerin yardım ve teşvikleriyle.
Ve cezalandırma hala devam ediyor… Kürt illeri modern görünümlere bürünürken, kalkınma baş döndürücü bir hızla sürdürülürken, bu amaçla milyarlarca dolar akıtılırken, Halepçe hala yıkık, hala boynu bükük duruyor. Kimyasal gazlara maruz kalıp acilen tedavi olması gerekenler, Halepçe’de tedavi olabilecekleri bir hastanenin özlem ve hayalini kuruyor. Erbil’de Süleymaniye’de modern mimari teknikleriyle gökdelenler yükselirken, Halepçe’de Baas rejiminin bombalarla yıktığı binaların enkazları halen orta yerde duruyor.
Halepçelilere reva görülenler ise; Kof bir anıt, acıları tazeleyen bir müze ve yılda bir kez yüksek erkanın katıldığı düzmece bir anma programı. Sadece bu kadar.
Ancak Halepçeli, daha fazla tutamadı kendini ve 2006 yılında göstermelik anmaya tepki gösterdi, isyan etti yalanlara, yalan vaadlere, riyakar tavırlara. Ve bir kez daha silah sesleri yankılandı semalarında. Gençler bir kez daha zindanların yollarını tutmak zorunda kalıyordu. Bir kez daha dış güçler aranıyordu mağduriyetlerinin arkasında. Suçlamalar yine değişmiyordu: dincilik… Güya dinci oldukları için kargaşa çıkarmışlardı. O günlerde içimizdeki kimi sanal kalemşörler, mağduriyet rantçıları, sıralıyorlardı suçlamalarını ve tabii ki çözüm önerilerini… Halepçe dincilerin yuvası olmuştu, bu durum tehlike arzediyordu. Derhal müdahale edilmeli, gereken önlemler alınmalıydı. Ne acı… Kürtleri sömüren Saddam gitmişti gitmesine ama, başkalarının sırtından sülük gibi geçinmeyi, mağduriyetler üzerinden prim yapmayı, insanların acılarını tatlı rantlara dönüştürüp patronlarıyla paylaşmayı meslek edinen yerli Saddamlar gelmişti bu kez.
Ama kim hangi ipte oynarsa oynasın, hangi telden çalarsa çalsın. Bu durum Halepçe dramını gidermeye, örtbas etmeye yetmiyor işte. Ateş düştüğü yeri yakar, derler. Ateş Halepçe’ye düşmüştü. Bu acıyı kim anlayabilirdi ki? Halepçeliden başka…
O gün ki…
Ölüm yağdırmak için Zehir yüklü bulutların
İnsan avcısı misali
Karabasan gibi çöktüğü Halepçe sokaklarını.
Kimisine göre çürük bir elmanın kokusunu andırdığı
Kimisine göre çöp kokusuna benzediği
Kimisinin de,
Çürük yumurta kokusu diye tarif ettiği kimyasal gazların
Fırtınanın habercisi gibi
Halepçe semalarını kapladığı günü.
Kaçışmanın,
Kaçarak kurtulmanın dahi
İmkan haricine dönüştüğü
O korkunç günü…
Bilir misiniz?
Boğazda düğümlenen nefesin
Boğuk bir öksürüğün
Kusarak ölmenin ne demek olduğunu…
Ya da
Kusmanın
Dünyaya elveda demek olduğunu…
İzlediniz mi?
Kulağından akan bir iki kan damlasıyla
Baba kucağındaki çocuğun
Anne sırtındaki bebeğin
“Annee..!”,
“Babaa..!” diyemeden,
Ölüm uykusuna yattıklarını…
“Ne var yavrum” demek için
Eğilen anne-babaların
Yığılıp kaldıklarını…
Torunlarına sarılan dedelerin
Ninelerin
Bir daha uyanamadıklarını…
Evet, bilir misiniz
Tüm bunların ne demek olduğunu…
Yaşamadınız,
Yaşamadık.
Ya şunları?
Bir şehrin topyekün ölümünü
Hayvan leşlerine karışan
Cansız bedenlerin
Sokaklarda boylu boyuna uzanışını…
Mezarınızı kazacak bir yardımseverin
Telkininizi okuyacak,
Başınızda dua edecek bir yakınınızın,
Hiç kimsenin bulunmayışını…
Ve bunları.
Bunları da düşündünüz mü?
Aradan geçen 20 seneye rağmen,
Dertlerinize ciddi hiçbir çözümün getirilemediğini,
Mağduriyetinizin giderilemediğini…
Ama dramlarınızın ardından
Değerlerinizin düşmanlarınca
Timsah gözyaşlarının akıtıldığını…
Mazlumiyetinizin
Başkalarınca ticarete dönüştürüldüğünü
Ölüleriniz üzerinden
Siyasi
Ve
İdeolojik rant yarışlarına girişildiğini…
Sağ kalanlarınızın da
İşgalcilerin bombardımanlarına hedef gösterildiğini…
Katillerinize
Zehirli gaz temininde
Birbirleriyle yarışan asıl düşmanlarınızın,
Bugün nasıl kurtarıcınız rolüne soyunduklarını,
Mekanlarınızı kirletip
Mezarlarınız üzerinde nasıl tepindiklerini,
Aziz hatıralarınıza
Nasıl hakaretler yağdırdıklarını…
Biliyorum, kemikleriniz sızlıyor
Ey mazlum Halepçe…
Ey şehid Halepçeli…
Keşke mümkün olsaydı da
Başınızı şöyle bir kaldırıp
Tüm olanları görebilseydiniz?
Geride bıraktıklarınızı avutmak
Ve
Anılarınızı yaşatmak adına
Tüm hatıralarınızın
“Anıt” diye
Ne olduğu belirsiz kupkuru bir yapıya
Hapsedildiğini...
Sizinle beraber
Asrın tuğyanına
Şahit olan eşyalarınızın
Müzelerde sergilenerek
Duygu sömürüsüne dönüştürüldüğünü…
Tüm bunlara
Ve mirasyedilerinizce
Senede bir yapılan göstermelik törenlere
İsyan eden torunlarınızın,
“Dincilik” suçlamasıyla zindanlara atıldığını…
Ve sen..!
Torununa sarılmış
Yürek yakan halinle
Kapı önünde can veren
Dede
Ve torunun…
Coğrafyanda izleriniz silinmeye çalışılırken
O mazlum haliniz
Fotoğraf kareleriyle
Kimilerine ödüller kazandırdığını…
Mesleki kariyerlerinin yükselmesinde
Bir basamak haline dönüştüğünüzü
Bir görebilseydin,
Görebilseydiniz…
Utanç mı duyardınız?
Eyvahlar olsun mu derdiniz?
Tükürür müydünüz?
Yoksa..!
Şair’in dediği gibi
“Acırım tükrüğe,
Billahi tükürsem yüzüne”mi derdiniz.
Ama
Sakın haa..!
Kaldırmayın başınızı.
İkiyüzlülüğü
Çifte standartları
Ve ihanetleri görünce
Yine kahrolacaksınız.
Dünyada rahat vermediler.
Bari ebedi alemde rahat olun
Rahat uyuyun…
Hayattayken
Asrın tağutlarının,
Nemrudlarının,
Firavunlarının gazabına uğradınız.
Bari dost geçinenlerin
İhanetlerine,
Kalleşliklerine
Dünya gözüyle tanık olmayınız.
Evet bugün 16 Mart.
İnsanlığın yeni bir trajediye tanıklık ettiği;
Görenlerin, “yanmış et kokusundan başımız döndü”, diye tarif ettiği olayın yıldönümüdür, bugün.
Bir halkın soykırıma tabi tutuluşunun, bir şehrin arşa sığmayacak zulümlere tanık oluşunun, bir şehrin şehid edilişinin yıldönümüdür bugün.
Alışılagelen klasik imha tekniklerinin aşıldığı, zalimin zulmünün arş-ı a’layı inlettiği bir günün, tarihi bir olayın, tarihe kara bir leke olarak kayıt düşülen olayın yıldönümüdür bugün.
Zulümde sınır tanımayan zalimlerin ar damarlarının çatladığı, bürünülen insan bedeninin içinde kimi zaman insaniyetle bağdaştırılamayacak canavar ruhların gizlenebildiğinin açığa çıktığı bir olayın yıldönümüdür bugün.
Seksenlik Ayşe Nine’nin
18 yıl sonra dahi
Anlatırken
Gözyaşlarına hakim olamadığı
Bir günün yıldönümüdür, bugün.
Diyordu ki Ayşe Nine;
Evdeydik. Bombalama başladığında eşim, çocukları da yanına alarak üst mahalledeki kardeşinin evine gitti. Evde tek başıma kaldım. Akşama kadar süren bombalamadan sonra eşimi ve çocuklarımı merak ettiğim için yanlarına gitmek istedim. Oraya vardığımda bir de ne göreyim. Herkesin cansız bedeniyle karşılaştım. Seslendim, seslendim. Ama kimseden ses çıkmıyordu. Çocuklarımı aramaya başladım. İki oğlumun banyoda cansız bedenlerine rastladım. Diğer odalara baktığımda kızlarımın cansız bedenleriyle karşılaştım. Hem de bir birlerine sarılmış olarak. O gün yedi kişilik ailemi ve otuz akrabamı kaybettim. Ben de gazdan etkilendim ve her tarafım yanmıştı. Gözlerim de göremez olmuştu. Önce İran'ın Kırmanşah hastanesine gittim ama orada tedavi olamadım. Beni Tahran'a sevk ettiler. Tahran'da 50 gün boyunca sırt üstü yarı baygın olarak kaldım. Vücudumun çeşitli yerlerinde hala yanık izleri var ve gözlerim iyi görmüyor. Katliamın üzerinden 18 yıl geçmesine rağmen çocuklarımın cansız bedenleri hala gözümün önünde. Onları asla unutmadım. Katliam öncesi çocuklarımı kucaklıyor, onları öpüyor, onlara sarılıyordum ama, 16 Mart Katliamı tüm sevdiklerimi benden aldı. Herkesi toplu halde gömdükleri için onların şu an hangi mezarda olduklarını bile bilmiyorum. Mezar taşlarını okşayamıyorum, mezarları başında dualar okuyamıyorum. Ama onlar hala evimde, yanımda. Onları asla unutmayacağım.
Ve bu insanlık trajedisine imza atmakla kendini kahraman olarak gören Saddam…
Ne mi oldu? Hak ettiği kötü sonla hayatı sonlandı. Hem de akranlarına ibret olarak. Çünkü emperyalizm adına giriştiği yarışı kazanamadı da ondan. Çünkü rolünü iyi oynayamadı da ondan. Patronlarını hayal kırıklığına uğrattı da ondan. Ve her zalim gibi çizilen senaryoda aktörlük rolünü berbat oynadı. Biçilen rolü beceremeyince senaryonun dışına itildi. Ancak o, bunu kendine yediremedi. Yan çizdi. Senaristlere kafa tuttu. Hem de, kirli ilişkilerin, iğrenç pazarlıkların, gizemli sırların, berbat neticelerin muhatabı, bire bir tanığı olarak. Artık yok edilmeliydi. Yok edilmeliydi ki, patronlarının kirli çamaşırları ortalığa saçılmasın. İranlıların, Kürtlerin ve Şiilerin yüzbinlercesinin perde gerisindeki gerçek katillerin desteklerinin, yardımlarının, sırlarının ifşası mümkün olmasın. Halepçe katillerinin, kimyasal silah tacirlerinin kirli yüzü gün ışığına çıkmasın. Hep gizli kalsın, meçhul kalsın.
Ne kötü bir son..! Ne berbat bir akibet..!
Bir zalim, başka bir zalimin eliyle defedilmişti. Diğer zalimlere ibret olarak.
Bunca zulümden sonra nasıl öldü, kimler öldürdü, uyduruk mahkemeydi, haksızlık yapıldı, yargı bağımsız değildi, falan filan. O kadar önemli miydi?
-Evet önemliydi, diyorsanız…
-Halepçeli değilsiniz ki…
Asıldı ve gömüldü… Gömülen sadece o muydu? Silahla donatanlar, zehir temin edenler, çıldırtıp saldırtanlar, perde gerisi gizemli ilişkiler… Evet, hepsi gömüldü. Bir daha çıkmamacasına… Kirli ilişkiler de gömüldü gömülmesine, ama… Karanlık perdeler ardında, purolarını çekerken sırıtık suratlar… Onları da görüyoruz…