Allah’ın
adıyla!
UTSAM RAPOR NO: 7
RAPOR EDİTÖRÜ: Doç. Dr. İhsan BAL
RAPORU HAZIRLAYANLAR: Doç. Dr. Süleyman ÖZEREN
Dr. Süleyman DEMİRCİ
Dr. Necati ALKAN
Dr. Hüseyin CİNOĞLU
Dr. Oğuzhan BAŞIBÜYÜK
Dr. Oğuzhan Ömer DEMİR
Dr. M. Alper SÖZER
Arş. Gör. Nurullah ALTUN
Arş. Gör. M. Salih ELMAS
RAPOR TARİHİ: 20. 02. 2009
İçerik: Dini istismar eden terör örgütleri ile mücadelede önleme stratejileri
uygulamadan gelen Emniyet Teşkilatı mensuplarının katılımıyla ele alınmıştır.
Tarih ve Saat: 08 Ocak 2009 tarihinde 09. 30 – 17. 00 saatleri arası
Yer: TADOC 2. Kat Toplantı Salonu
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde içinde bulunulan sosyal, ekonomik ve
siyasal bazı nedenlerden ötürü farklı bir takım sorunlarla karşılaşılmaktadır.
Ülkemizdeki tarihsel sürece bakıldığında bu bölgelerde İngiliz, Fransız ve Rus
kışkırtmalarından kaynaklanan, tamamı Kürtçü harekete dayanmayan isyanlar
görülmektedir. Başlangıcı 1800’lü yıllara uzanan bu isyanlar iki dönem halinde
incelenecek olursa, 1806–1912 yılları arasında, aralıklı bir şekilde, 12 isyan
yaşandığı ve bunların büyümeden önlendiği, Cumhuriyet döneminde ise 1924–1940
arasında 25 isyan yaşandığı görülmektedir.
Ancak çıkan bu isyanların temelinde Kürt milliyetçiliğinden daha ziyade statü
kaybından doğan rahatsızlık, zorunlu askerliğe çağrılma, dini konular, vergi
verme vb. gerekçeler bulunmaktadır. Cumhuriyet döneminde isyan çıkaran gruplar,
kısa süre önce verilen Kurtuluş Mücadelesi’nde Urfa, Antep gibi şehirlerde
bağımsızlık mücadelesine katılmış ve sonrasında da Misak-ı Milli sınırları
içerisinde kalmayı tercih etmişlerdir. Yüzeysel bir analizle bile, bu isyanların
ayrılıkçı ya da bölücü olmaktan çok mevcut politikalara karşı bir başkaldırı
olduğu görülecektir.
Ayrıca bölge insanının dini konulardaki hassasiyeti de göz önüne alındığında,
bazı durumlarda, söz konusu halkın farklı ideolojik gruplar tarafından istismar
edilmeye açık olduğu da dikkat çekmektedir.
PKK’nın kuruluşunun ilk yıllarında ideolojisini tüm din ve mezheplere karşıtlık
eksenine oturttuğu ve dine karşı savaş verdiği bilinmektedir. Bu ideolojik
yaklaşıma bölge halkının, tepki duyarak başlangıçta soğuk durduğu ve kapılarını
kapattığı görülmektedir. Daha sonra PKK, Kürt köylülerin kendilerinden neden
kaçtığını araştırdıklarında ‘PKK’nın dinsiz ve komünist olduğu, devlet
kurdukları zaman camileri yıkacakları ve imamları öldürecekleri anlayışının
bölgede hâkim olduğunu ve bu sebepten ötürü bölge halkının kendilerinden
kaçtıklarını tespit etmiştir. Bunun üzerine köylerde örgüt mensuplarına
mevlitler okutmaya başlamışlar ve bölge halkının da kendilerini sempati
duymasını sağlamışlardır. Yüksek dindarlık düzeyi, düşük din eğitimi ile
birlikte değerlendirildiğinde; bölge insanının, bilinç düzeyi düşük dindarlık
yaşadığı ve dini söylemlerle gelen propagandalara açık olduğu sonucu ortaya
çıkmaktadır. Dolayısıyla PKK terör örgütü de ideolojisine ters olmasına rağmen
taban kazanmak amacıyla dini istismar faaliyetlerine yönelmiştir.
Bu değer yoksunluğundan kaynaklanan alan boşlukları, terör örgütleri tarafından
eleman kazanma noktasında kullanılmaktadır. Özellikle din ihtiyacının formel
mekanizmalar aracılığıyla yeterince karşılanamadığı durumlarda bu boşluk, bazen
Hizbullah gibi örgütler tarafından istismar edilmektedir. Ancak Hizbullah
örgütünün dini kullanması her ne kadar onu, dini istismar eden örgütler
kapsamına dâhil etse de Hizbullah, aynı zamanda, etnik kökeni de ön plana
çıkaran bir örgüttür.
Etnik Milliyetçilik ve Hizbullah Cemaati’nin Kürt Sorununa Yaklaşımı
Hizbullah cemaatinin çok büyük bir çoğunluğu, Kürt Müslümanlardan oluşmuştur.
Bunun nedeni, hareketin çıkış yerinin Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kürdistan
bölgesi oluşudur. Belki hareket ilk olarak batı illerinde, Türklerin yoğun
olarak yaşadığı Anadolu’da ortaya çıkmış olsaydı, bu kez çoğunluğu, Müslüman
Türk kardeşlerimiz teşkil etmiş olacaklardı…
Bizim kavimlere, ırklara ve etnik yapılara bakışımız, Rabbimizin bizlere
öğrettikleri doğrultusundadır. Yüce Rabbimiz; Hucurat Suresinin 13. ayet–i
kerimesinde mealen şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar, gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve
birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık.
Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil)
takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. “
Yine aynı konuda Rabbimiz, Rum Suresi’nin 22. ayet–i kerimesinde şu hususlara
dikkat çekmiştir:
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması,
O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten ayetler vardır.
Hiç kimsenin ait olduğu ırkı seçme şansı olmadığı gibi, doğarken konuştuğu dili
veya ten rengini de seçme şansı yoktur. Bunlar, Allah’ın takdiridir ve her
birisi Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. Hatta son okuduğum ayete dikkat
edilirse, insanların dillerinin ve renklerinin ayrı olmasını Yüce Allah ‘ayet’
olarak tanımlamış ve göklerin ve yerin yaratılmasıyla birlikte zikretmiştir.
Yine bu ayet–i kerimede, in- sanların farklı kabilelerden oluşu, tanışmak
amacına matuf olarak verilmiş, bunun bir üstünlük sebebi olamayacağı
vurgulanmış, esasen herkesin aynı ana babadan olma yönüyle kardeş olduğu
hatırlatılmış ve üstünlüğü kavmiyetçilikte arayanlara çağlar öncesinden şu
cevabı vermiştir:
“Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca
değil) takvaca en ileride olanınızdır. “
Takva; Allah’tan sakınma, O’ndan hakkıyla korkma, O’nun korkusuyla günahlardan
kaçınma, O’nun emir ve yasaklarına uymakta titizlik göstermek anlamındadır.
Böyle davranan kişilere ise ‘Muttaki’ denilir. Dolayısıyla İslam, üstünlüğü soy,
sop, kavim, zenginlik, şeref, asalet, güç–kuvvet, çokluk gibi dünyevi
özelliklere değil, Allah’a karşı görevlerini en iyi yapanlara bağlamıştır. Yani
muttaki bir köle, Allah katında muttaki olmayan bütün efendiler- den,
krallardan, zenginlerden, kabilesi en çok olanlardan daha üstündür. Bundan
anlayacağımız şudur ki; İslam, “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türk öğün, çalış,
güven”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” veya “Ne mutlu Türküm diyene!”
gibi faşizmi çağrıştıran sloganları çağlar öncesinden ayaklar altına almış,
insanlardan mutluluğu İslam’a teslimiyette aramalarını istemiştir.
Hizbullah Cemaati de farklı etnik kimliklere, dillere, renklere sahip insanlara,
Allah’ın bakmamızı istediği gibi bakmakta, bunları Allah’ın bir ayeti olarak
görmekte ve üs- tünlüğü ırka değil, takvaya yani Allah’tan hakkıyla sakınmaya
vermektedir. İslam’ın hüküm sürdüğü zamanlarda dilleri ve renkleri farklı,
değişik milletlere mensup insanların hiçbir sorun yaşamadan, adil ve özgürce bir
hayat sürmeleri, kendi dillerini ve kimliklerini diledikleri gibi kullanıp
geliştirme imkânlarına sahip olmaları, İslam’ın insanlığa sunduğu evrensel
çözümlerin değişmezliğini göstermesi açısından akıllara hitap etmektedir.
İslam’ın ve dolayısıyla İslami bir yapılanma olan Hizbullah Cemaati’nin
etnisiteye, etnik milliyetçiliğe, ırki farklılıklara bakışı budur. Bütün
pratiğimizle bunu ortaya koymuş, bunu savunmuş ve bunun aksine hareket edenlerin
şiddetle karşısında durmuşuz.
Hizbullah cemaatinin Kürt milliyetçiliği veya Kürdçülük yapmaması, Kürtlerin
ezilmesine seyirci kaldığı anlamına gelmemelidir. Evet, biz Kürdçü değiliz; ama
mazlum Kürt halkının laik, Kemalist Cumhuriyet rejimi tarafından yok
sayıldığını, ezildiğini, mahrum ve mazlum bırakıldığını göz ardı edemeyiz…
Kürtlerin yaşadığı bölgelerin ayırımcılığa maruz kaldığı; Kürt halkının, İttihat
ve Terakkiyle başlayıp ta günümüze kadar süren yanlış politikalar yüzünden büyük
zulümler gördüğü, tarifi imkânsız acılar yaşadığı inkâr edilemez bir gerçektir.
Geçmişte İran’da, günümüzde de Irak, Suriye ve Türkiye’de Kürt halkı, hem Kürt
oluşundan, hem de İslam’a sıkı sıkıya bağlı oluşlarından dolayı iki kez zulme
uğramışlardır.
Bu bağlamda Türkiye’de yaşayan Kürtlerin yaşadığı zulüm ve soykırımı şu
başlıklar altında özetlemek mümkündür:
1– Katliamlar: Şeyh Said Kıyamı ve sonrasında yaşanan katliamlar, vahşet
nitelemesini dahi aşacak boyutlardadır.
2– Sürgünler ve tehcirler: Kürt bölgelerinde yapılan haksızlıklara muhalefet
edenler, sürgünlere uğramakla “terbiye” edilmişlerdir. Bunun yanı sıra, en küçük
bir başkaldırı veya muhalif bir hareket bahane edilerek Kürt halkı, neredeyse
bütün bir halk olarak zorunlu göçlere tabi tutulmuştur. Bu zorunlu göçlerde
inanılmaz zulümler yapılmış, aileler parçalanmış, aşiret yapıları yıkılmış, Kürt
halkı yaşadığı topraklardan koparılıp vatansız, topraksız, aşsız–işsiz bir
şekilde sefalete mahkûm edilmiştir.
3– Köy boşaltmalar: İnsanın yaşadığı topraklardan güvenlik bahanesiyle zorla
çıkarılması büyük bir zulümdür. Bunun ne büyük bir zulüm olduğu, izaha ihtiyaç
bırakmayacak kadar açıktır. Bunun sonuçları çok ağır olmuş ve sorunlara çözüm
olarak geliştirilen köy boşaltmalar, zaman içinde devletin sırtına ayrı bir
sorun olarak binmiştir.
4– Ekonomik geri bırakılmışlık
5– Alt yapı ve sanayileşmeye önem verilmemesi
6– Kürt bölgelerinin sürekli sıkıyönetim ve OHAL altında kalması: Bundan dolayı
yaşanan hukuksuzluk, çifte standart, ev basmalar, adam kaçırmalar, yargısız
infazlar, köy yakmalar, gözaltına almalar vs.
7– Asimilasyon: Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber, “Tek devlet, tek bayrak, tek
millet” olarak formüle edilen ve bütün kimlikleri Türkleştirip tek bir ulus
oluşturma çabaları, Kürtlerin asimilasyona tabi tutulmasına neden olmuş- tur. Bu
doğrultuda Kürt halkına reva görülen zulümleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
a) Türklüğü zorla kabul ettirme çabaları
b) Kürt kavmini yok kabul etme c) Kürtçeyi yasaklama
d) Türkçe konuşmasını bilmeyen Kürt çocuklarına Türkçe eğitim verilmesi, böylece
Kürt çocuklarının yeteri derecede eğitim alamaması yüzünden geride kalması
e) Çocuklara Kürtçe isim koyma yasağı
f) Kürtçe coğrafik isimlerin değiştirilmesi vs. vs. Kürtlere yapılan zulümler,
anlatmakla bitirilemez. İster Türk, ister başka bir milletten; hatta başka bir
dinden olsun, yukarıda yazdıklarımı vicdan sahibi hiçbir insan in- kâr edemez.
Kürtlere yapılan zulümler aleni olarak yapıl- makta ve çoğu zaman saklama gereği
duyulmamaktadır. Bu nedenle Hizbullah Cemaati, İslam’ın adalet prensibinin
uygulayıcısı olarak, Kürtlerin gasp edilmiş olan bütün haklarını da
sahiplenmekte, kimden gelirse gelsin ve kime yapılırsa yapılsın bütün zulümlerin
karşısında durmaktadır.
Bize göre; “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi ifade ve
düşünceler, değişik milletlerden meydana gelmiş olan bu toplumda kin ve nefret
duygularını körükleyip düşmanlığa sebebiyet vermekten başka bir işe
yaramamıştır. Bir ırkı başka bir ırktan, bir milleti başka bir milletten üstün
görmek, ilkel bir duruştur.
Her sabah “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” şeklin- de başlayıp da devam eden
“Andımız” hiçbir Kürdü Türkleştiremediği gibi, daha konuşmaya yeni yeni başlayan
ilköğretim öğrencisini temelden yalana alıştırmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Çünkü bu okullara Türklerin dışında Kürtler, Zazalar, Araplar, Ermeniler ve daha
değişik milletlerden insanların çocukları da gelmekte ve bu çocuklara “Türküm”
dedirtilerek yalan söylemeleri dayatılmaktadır. Bu denli basit ve ilkel bir
asimile yöntemiyle ancak düşmanlık duyguları kuvvetlenir. Yine dağlarımızda koca
hurufatla yazılan “Ne mutlu Türküm diyene” türünden yazılar, haklı olarak Kürt
halkının zihninde, Türklerin işgalci olduğu algsına yol açmıştır. Kürtler şöyle
düşünmektedirler: “Daha Türkler bu bölgeye gelmeden önce biz buradaydık. Bu
dağlar bizim dağlarımız. Kardeşçe birlikte yaşamaya varız, ama işgalci bir
mantıkla yaklaşılıp asimile olmaya yokuz. Çünkü böyle yapmakla bize Türklerin
üstün bir ırk olduğu, bizim ise itaat etmeleri gereken ikinci sınıf bir ırk
olduğumuz mesajı veriliyor. “
Aslında Kürtlerin zihninde canlanan algı yanlış da değildir. Çünkü tek parti
zihniyetinin ceberut anlayışı kendisini açıkça ortaya koyduğunda, dönemin adalet
bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt, yaptığı bir konuşmasında aynen şu ifadeleri
kullanmıştır:
“Bu memlekette Türk olmayanların bir tek hakkı vardır; Türklere hizmetçi olmak,
Türklere köle olma hakkı…”
Demek ki Kürdistan Dağlarına koca koca harflerle “Ne Mutlu Türküm Diyene”
yazısının altında yatan gerçek, Kürtlerin köle olduğu gerçeğidir ve Kürtlerin bu
gerçeği algılayış biçimi doğrudur. Şimdi sormak lazım, şayet Kürtler de bu
ilkelliğe aynı ilkellikle karşı koyup “Ne mutlu Kürdüm diyene” demiş olsalardı,
acaba şu an ne halde olacaktık? Eğer Kürtler bu ana kadar böyle bir ilkelliği
sergilememişlerse, bunu Kürt halkının İslami yapısında ve bu yapının
milliyetçiliği reddedip tardeden anlayışında aramak lazımdır. Ancak üzülerek
söylememiz gerekir ki, eğer laik ve Kemalist rejim bu faşist yaklaşımlarını
sürdürür, Kürtleri köle ve ikinci sınıf vatandaş statüsünde görür, Kürtlere
tepeden bakıp sopa politikasına devam eder, Kürtlerin ırki ve dini yapısına
karşı adı konmamış savaşını sona erdirmezse, bu sağduyu ilelebet devam
etmeyecektir. (Savunmalar)
Allah’a emanet olun.
MUSTAFA AY
|