“Ey
elbisesine bürünen! Gecenin az bir kısmı (üçte biri) hariç kalk; -onun yarısı
veya ondan birazını kıs yahut onun üzerine artır.- Ve Kur’an’ı tertil üzeri
(tane tane ve her harfin hakkını vererek) oku! Şüphesiz biz sana ağır bir söz (Kur’an)
vereceğiz.” (Müzzemmil Sûresi: 73/1-5)
Resulullah (s.a.v); müşrikler ’in: “O bir kâhindir” sözü karşısında
üzüldüğü ve elbisesine sarılıp durduğu bir sırada, Cibril’i emin gelip vahyin bu
kısmını kendisine tevdi etmiştir. (Fahreddin er-Razi)
İbn-i Kesir’e göre: “Ya müzzemmil’el- Kur’an/Ey Kur’an taşıyıcısı!”
anlamındadır.
Kur’an taşıyıcısı olan, onun bütün emir ve nehiylerinden sorumlu olan Resulullah
(s.a.v), artık bir an olsun yerinde duramazdı. Rabbinden aldığı sorumluğu
eksiksiz yerine getirecek ve insanlara onun tebliğini ulaştıracaktı. Bu ağır
sorumluluk altına girmiş olan bir zatın, artık istirahatinden de büyük ölçüde
feragat etmesi gerekiyordu. Geceleri uzun uzadıya yatma vakti artık geride
kalmıştı. Nitekim Hz. Hatice validemiz: “Ya Resulellah! Biraz istirahat etsen
olmaz mı?” sözü karşısında: “Ey Hüveylid’in kızı, artık bundan sonra
istirahat yoktur, istirahat vakti artık geride kalmıştır.” diye cevap
vermiştir. Evet, artık onun için istirahat vakti geride kalmıştı. Zira o, ağır
bir sorumluluğun altına girmişti. Mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet
ediyordu. Kıyam ve kıraatını o kadar uzatıyordu ki, ayakları çatlıyordu. Zira
Risâlet görevini hakkıyla yerine getirmesi için, Rabbine kurbiyyet derecesinde
yakın olması gerekiyordu. Bunun yolu da ibadetlere sarılmaktan geçmekte idi.
Allah Azze ve Celle, Resulüne gecenin önemli bir kısmında uyanık olmasını
istiyor ve Kur’an’ı tertil üzeri okumasını emrediyordu. Gece ibadetinde Kur’an
ayetlerini harf be harf okuyup kıraat etmesi gerekiyordu ki, ayetlerin mana ve
mefhumunu iyi anlamış olsun. Zira o ayetlerin her birisini hayatında yaşaması
gerekiyordu. Onun için ayetler üzerinde iyi düşünmesi ve hakkıyla anlaması
gerekiyordu. Rabbi ona “ağır bir söz” tevdi etmişti. Bu ağır sözden kaynaklanan
sorumluluğunu iyi anlaması ve ona göre bir pozisyon belirlemesi lazım geliyordu.
Allah (c.c), Peygamberine yüklettiği Kur ’ani sorumluluğunun aynısını, mükellef
olan mümin kullarına da yükletmiştir. Her Müslümanın da Kur’an’ı Kerimi tertil
üzeri okuması, onun mana ve mefhumunu anlaması ve mucibince amel etmesi gerekir.
Kur’an’ı son sür ’at okuyup geçmesi ve bir daha da arkasına bakıp durmaması
buradaki ayetlerin ruhuyla çelişmektedir. Zira buradaki ayetlerde “ağır bir
sorumluluk ”tan söz edilmektedir. Bu ağır sorumluluğun getirdiği
mükellefiyet üzerinde düşünüp tefekkür etmek ve her ayetin hassas terazisinde
tartılıp hayatın onunla çelişip çelişmediği, onun boyasıyla boyanıp
boyanmadığının tespit edilmesi gerekmektedir.
Resulullah (s.a.v)’in güzidin ashabı, şu veciz sözle İslami eğitimin mihverini
ve ana eksenini ortaya koymuşlardır: “Biz Resulullah (s.a.v)’den hem ilim hem
de amel öğreniyorduk!” Onlar, onar ayet alıp, üzerinde çalışıyor ve onları
hayatlarına geçirdikten sonra, on ayet daha alıp, aynı şekilde onların üzerinde
çalışıyorlardı. Hz. Ömer (r.a)’in yalnız bakara suresi üzerinde sekiz hatta on
altı yıl çalıştığı rivayet edilmektedir. Bilindiği gibi bakara suresi ahkâm
suresidir. Bu sure-i celile, önemli hükümleri içermektedir. Onun, özellikle bu
sureye odaklanması, kuşkusuz onun adalet anlayışını şekillendirmiştir.
Tabiin dönemine şahit olmuş olan Ashap (r.a), onların Kur’an’ı kerimi sür ’atla
okuyup mana ve mefhumuna ve özellikle de ameli yönüne gereği kadar ehemmiyet
vermediklerine şaşırmışlardır. Oysa tabiin, ashaptan sonra en hayırlı karn/nesil
oldukları Resulullah (s.a.v) tarafından müjdelenmiştir. Buna rağmen, onların
döneminde bile, Kur’an’ın ameli yönüne gerekli ihtimamın gösterilmediği, ashabın
vermiş olduğu haberle öğrenmekteyiz. Tabiin döneminde olan huzursuzluklar ve
ciddi çalkantılar da bundan kaynaklanmış olsa gerek.
Yine tabiin dönemine tanık olan ashaptan şu önemli tespiti de öğrenmiş
bulunmaktayız. Şöyle demektedirler: “Biz Resulullah (s.a.v) döneminde farza
verdiğimiz ehemmiyetin aynısını sünnete de veriyorduk. İkisi arasında hiçbir
fark gözetmiyorduk. Ancak şuan görüyoruz ki Müslümanlar, farza verdikleri
ehemmiyetin aynısını sünnete vermemektedirler.” Ashap (r.a) Resulullah
(s.a.v)’in meclisinde bulundukları zaman adeta cansız bir varlık kesiliyor ve
Resulullah (s.a.v)’in mübarek ağzında çıkan bir tek harfi kaçırmamak için özen
gösteriyorlardı.
İslam’da
eğitim derken, hem ilim hem de ameli kastediyoruz! Yaşanılmayan ilmin sahibine
bir fayda sağlamayacağı kesindir. Hatta ayeti kerime, bu durumda olan insanları
kitap yüklü merkebe benzetmektedir. İnsanlığın hidayeti için gönderilen Kur’an
ve onun tefsir ve tatbikatı olan Resulullah (s.a.v)’in pak olan sünneti,
insanlar yaşasın ve hayatlarını onunla idame etsinler diye önlerine konulmuştur.
Yaşanılmayan Kur’an ve Sünnetin, insanların hayatını kurtarması ve onlara
mutluluk getirmesi beklenilmemelidir.
İslam eğitimi sağlayan muallim ve Seydaların, işin ilmi boyutuyla beraber
özellikle ameli tarafına da büyük önem atfetmeleri gerekir. Bu toplumun içinde
yaşayan neslin, sayısız münkeratla kirlendikleri hepimizin malumudur. İslami
eğitime tabi tuttuğumuz insanlarımızın, maruz kaldıkları bu olumsuzluklarını göz
önünde bulundurmadan ve bulaştıkları kirlerden arındırmadan İslami eğitime
yönelik atılacak her adımın, sağlam bir zeminde istikrar sağlayacağını beklemek,
gerçekçi bir beklenti olmayacaktır. Talebelerinde olumlu bir gelişme görmeleri
için, işin teori kısmıyla beraber özellikle ameli boyutu üzerinde hassasiyetle
durmaları büyük bir zaruret arz etmektedir. Eğer eğitim kurumlarımızda bir
başarısızlık söz konusu olursa, eğitimcilerimizin işin ameli tarafına gerekli
ehemmiyeti vermedikleri anlamına gelir. Ancak kabul etmek gerekir ki, İslami
eğitimde, işin ameli kısmı üzerinde durmanın, beraberinde ciddi sıkıntılar
getirdiği de bir gerçektir. Bu iş gerçekten büyük sabır ve kararlılık
gerektirmektedir. Adeta kuyuyu iğneyle kazmak gibi bir şeydir. Bir insanda
oluşan nefsi melekelerin kolay kolay değişmeyeceği bilinen bir gerçektir.
Bu konuyla ilgili, Hz. Musa (a.s)’in yaşamış olduğu hadiseler, bizler için
önemli bir ders niteliği taşımaktadır. İsrail oğulları Hz. Musa’ya tabi olmazdan
önce putlara tapmakta idiler. Hz. Musa (a.s) ile yıllarca beraber kalmalarına ve
birçok büyük mucizeye tanık olmalarına rağmen, Hz. Musa (a.s) Tur-u sinaya
gittikten sonra onların, buzağıya taptıkları, Hz. Harun (a.s)’in uyarılarını
dikkate almadıkları Kur’an tarafından bizlere haber verilmektedir. Bu tür
hadiselerin tarihi ve hatta canlı birçok örnekleri mevcuttur. İslami mücadele
içinde bulunan Müslümanlar, bu tür vakalarla sık sık karşılaşırlar. İslami
mücadele içinde yer almazdan önce birtakım kötü alışkanlıklar edinen insanların,
yıllar içinde bu tür alışkanlıklarından kurtulamadıkları ve ortam oluştukça o
kötü alışkanlıkların, yeniden nüksettiği görülmüştür.
Ey Hamilü’l-Kur’an olan Müslümanlar! Kur’an bizlere, sorumluluğu ağır ve
taşınması zor “büyük bir söz” den haber vermektedir. Rabbimiz tarafından
bizlere, ağır ve büyük olan bir Kur’an emaneti gönderilmiş ve omuzlarımıza
bırakılmıştır. Acaba bunun farkında mıyız? Evet, Rabbimiz “kavlen sakilen/ağır
bir söz” den haber vermekte ve bunu, bir sorumluluk olarak bizlere tevdi
ettiğini bildirmektedir. Hem o kadar ağır ki, insanın kemiklerini adeta
çatırdatmaktadır. Eğer işin farkında isek, o zaman kendi kendimize soralım,
Kur’an’ı tertil üzeri okuyabiliyor muyuz, eğer okuyabiliyor ve okuduğumuz her
harf ve kelimenin hakkını veriyorsak, o zaman okuduğumuz her ayetin anlamını
biliyor muyuz? Eğer biliyorsak, o zaman okuyup anladığımız her ayeti eksiksiz
hayatımızda yaşıyor muyuz? Bununla beraber Sahihi Buhari, Sahihi Müslüm, Süneni
Tirmizi, Ebu Davud, İbn-i Mace, Nesei, ……. Gibi sahih hadis kaynakları hakkında
ne kadar malumat sahibiyiz. Bunlardan kaçını okumuş, anlamış, üzerinde
ciddiyetle durmuş ve harfiyen hayatımızda yaşamışız? Bizim zihin dağarcığımızda
ne kadar Kur’an ve Hadis bulunmaktadır? Ciddi olarak kendimizi test etmeli ve
eğer dağarcığımızda ciddi manada ayet ve hadis yoksa mutlaka bu eksiğimizi ve
kusurumuzu biran önce telafi etmemiz ve bu istikamette ilerlememiz
gerekmektedir.
Tekrar hatırlayalım ki, İslam’da eğitim, hem ilim hem de ameldir! Amelsiz bir
İslami eğitimin, hayr-u hasenatı yoktur. Zaten toplumumuzda İslami eğitim can
çekişmektedir. Bilmemiz gerekir ki, olan eğitimin ameli tarafı da çok
sıkıntılıdır. Kendilerine İslami eğitimi şiar edinmiş olan münevver
Müslümanların, özellikle işin bu tarafına büyük önem vermeleri gerekir ki, Allah
(c.c)’ın lütfuyla büyük başarılar elde etmiş olsun ve bir Kur’an-Sünnet nesli
meydana getirmiş olsunlar. Kuşkusuz muvaffakiyet Rabbimizdendir.
Hacı İNAN |