“Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar birbirlerinin velileri/dostlarıdırlar.
İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı
verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara, Allah merhamet
edecektir. Şüphesiz Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir. “ (Tevbe
suresi: 9/71)
Gerek burada zikrettiğimiz ayeti kerime gerekse de başka ayeti kerimelerde
müminlerin özellikleri zikredilirken, şu iki özellik hep öne çıkmaktadır:
“İyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak.” Hatta müminlerin bu iki
özellikleri, onların varlık sebebi olarak zikredilmiştir: “Siz insanlar için
çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz! İyiliği emreder, kötülükten nehyeder ve
Allah’a iman edersiniz…” (Âl-i imran suresi: 3/110)
Müslümanlar
olarak Emri bi’l- maruf ve nehyi anil-münker gibi ağır bir sorumluluğu
yüklenmemiz sebebiyle, Rabbimiz tarafından en hayırlı ümmet olarak
isimlendirilmişiz. Ağır bir sorumluluk dedik, zira bu sorumluluğun ifası,
peygamberlerin dahi belini bükmüştür. Bu sorumluluk yerine getirilirken,
Kur’an’ı kerimde de genişçe zikredildiği gibi, peygamberler, ciddi sıkıntılar ve
zorluklar yaşamışlardır. İnsanların tepkilerine maruz kalmış, zalim idarecilerin
hışmına uğramışlardır. Burada, (Emri bi’l- maruf ve nehyi anil-münkerin
ifasında) hem sözlü hem de fiili bir müdahale söz konusudur. Bir taraftan
insanlara iyilik emredilirken diğer taraftan ise kötülüklere mani olunur.
İnsanların kötülüğe meyyal oldukları, kötülüklere ulaşmak için dünya ve
ahiretlerini dahi feda ettikleri gerçeği göz önünde tutulduğunda, bu işin hiç de
kolay olmadığı rahatlıkla anlaşılır.
Tarihte hak ve batıl olarak cereyan eden bütün kavgaların ve mücadelelerin
temelinde kuşkusuz bu temel saik hep yatagelmiştir. İnsanlar, iyilikten
uzaklaşıp kötülüğe yöneldiklerinde, Müslümanlar, imani sorumlulukları gereği bu
gidişata engel olmaya kalkışırlarken, aralarında birtakım sürtüşmeler ve
savaşlar cereyan etmiştir. Resulullah (s. a. v)’in: “Kıyamete yakın bir
zamanda kılıç peygamberi olarak gönderildim…” sözünün temelinde yatan sır
işte budur.
Maruf ile Münkerin sınırları, kuşkusuz Kur’an ve Sünnet tarafından çizilmiştir.
Kur’an ve Sünnet bilinmeden Maruf ile Münkerin bilinmesi mümkün değildir. Aksi
durumda İnsanlara iyilik emredeyim derken kötülük emredilebilir. Sahih hadis
kaynaklarından geçen bir hadisi şerifte Resulullah (s. a. v), kendisinden önceki
dönemlerde cereyan eden ibretli bir olayı haber vermektedir: “Bir adam doksan
dozuz kişiyi haksız yere öldürür. İşlemiş olduğu cinayetlere son vermek ve bu
konuda bir çıkış yolu bulmak için tanınmış bir Abid’e uğrar. Bir şahsın doksan
dokuz insanı haksız yere öldürdüğünü ve bu cinayetleri sonlandırmak istediği,
bunun için tevbe kapısının açık olup olmadığını sorar. Abid cevaben “: doksan
dokuz insanı haksız yere öldüren için nasıl tevbe kapısı açık olabilir? Onun
için asla tevbe kapısı açık olamaz.” diye cevap verir. Adam; mademki benim için tevbe kapısı kapalıdır, o zaman seninle bu sayı yüze tamamlanmış olsun, der ve
onu da öldürür. Adam yine de umudunu yitirmez ve bu tür meselelere vakıf iyi bir
âlimi araştırır. Neticede tanınmış iyi bir âlimi bulur ve ona da yaşanmış olan
hikâyeyi anlatır ve bu cinayetleri işleyen bir kimse için tevbe kapısının açık
olup olmadığını sorar. Âlim olan şahıs ona cevaben: “Elbette tevbe kapısı
açıktır. Yalnız içinde bulunduğun toplumu terk edip falanca yerde bulunan salih
bir topluma gitmen ve onlarla beraber yaşaman lazımdır. Zira içinde bulunduğun
toplum seni bu tür cinayetlere teşvik etmiştir. Yanlarına gideceğin salih toplum
ise, seni iyiliklere ve güzelliklere teşvik edecektir. “ der. Adam
memleketini terk edip o salih topluma doğru giderken yolda ölür ve Allah’ın
merhameti sayesinde bağışlanmış olur. “Bu hadisi şerif, konumuza ışık tutacak
bir misal olarak önümüze çıkmaktadır. Abid olduğu halde İslami ilimlere vakıf
olmayan bir insan, kendisine sorunlarıyla gelen bir adamı yanlış yönlendirmiş ve
bunun neticesi olarak da hem canından olmuş hem de bir arayış içinde bulunan bir
insanın önünün kapatıp ağır bir vebal altına girivermiştir. Âlim olan insan ise,
sorunuyla kendisine gelmiş olan bir insana, hem doğru yolu göstermiş hem de
Rabbi tarafından bağışlanmasına vesile olmuştur.
İşte Maruf ile Münkeri bilmeyen, bunların sınırlarını belirleyen Kur’an ve
Sünnetten habersiz olan bir insanın, kendi istikametini muhafaza edemeyeceği
gibi, başkalarının istikametini de sağlayamacağı gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Öyle ki, insanlara iyiliği emredeyim derken -Allah korusun- kötülüğü emreder,
kötülükten alıkoyayım derken de iyilikten alıkoyar. Hatta kaynağını bilmediği
halde vermiş olduğu çözümde isabet etmiş olsa bile, yapmış olduğu iş, İslami
fıkıh metodolojisi açısından geçersizdir, kabule şayan değildir.
Emri bi’l-maruf ve Nehyi ani’l-münker, Müslüman kadın ve erkekler için ilahi bir
vecibedir. Kimi İslam âlimine göre Farz-ı kifaye, kimisine göre ise Farz-ı
ayindir. Bilindiği gibi Farz-ı kifaye: “Müslümanlar üzerinde farz olan bir
konunun, yeterli sayıda Müslüman tarafından ifa edilmesiyle diğer Müslümanlar
üzerinden bu vecibenin düşmüş olmasıdır.” Eğer yeterli sayıda Müslüman
tarafından bu vecibe ifa edilmezse, bütün Müslümanlar vebal altına girmiş
olurlar. Şuan yeryüzünde yedi milyar kadar kadın ve erkek insan yaşamaktadır.
Bütün bu insanlara, Allah’ın dininin tebliğ edilmesi ve bu ilahi tebliğin
ulaştırılması gerekmektedir. Eğer bu işi yapacak yeterli sayıda davetçi ve
tebliğci mevcut değilse, bütün Müslümanların bu işten sorumlu oldukları
muhakkaktır. İslam ümmetinin hâlihazırdaki durumu göz önünde bulundurulduğunda,
bütün bir yeryüzüne İslam davetini götürecek yeterli bir topluluğun olmadığı
açık ve nettir. Bırak bütün bir yeryüzüne İslam davetinin ulaştırılması,
Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz toplumun bireylerine bile bu daveti henüz
ulaştırmış değiliz. Bu toplumda İslam’ın sesini duymamış veya bu sese kulak
tıkamış yığınlarca insan bulunmaktadır. Hal böyle iken Müslümanların, bir bütün
olarak bu işe el atmaları ve üzerlerine vecibe olan bu dini sorumluğu ifaya
çalışmaları gerekmektedir. Her Müslüman, –kadın erkek, yaşlı genç- istidadı ve
imkânı ölçüsünde bu sorumluluğun ifası noktasında bir vazife üstlenmelidir. Her
Müslümanın, dininin daveti ve tebliği konusunda mutlaka üstlenebileceği bir
takım sorumlulukları vardır. Ya bizzat bu davetin sorumluluğunu üstlenip, gece
gündüz demeden insanlara, Allah’ın dininin tebliğini ve eğitimini sunmaya
çalışacaktır. Ya da mevcut imkânlarıyla davetçilerin ve eğitimcilerin yetişmesi
için fedakârlıkta bulunacaktır. İlahi sorumluluktan kurtuluşun yolu budur. Aksi
durum ise, dünya ve ahiret felaketidir.
İslam toplumu, canlı ve dinamik bir toplumdur. Cansız, ruhsuz ve statik bir
toplum asla olmamalıdır. “En hayırlı bir toplum” olma vasfını elde etmesi
için, Kur’an ve Sünnete dört elle sarılmalıdır. Bir İslam davetçisi ve
eğitimcisi olmak için her Müslümanın, Allah (c. c)’ın kendisine vermiş olduğu
bütün imkân ve istidatlarını seferber etmelidir. Bu konuda hiçbir akıl sahibi
insanın asla mazur sayılmayacağı kesindir. Her Müslüman, İslami davet konusunda
kendini asli bir unsur olarak görmelidir. Müslümanların şuan ki durumlarına bu
zaviyede baktığımızda, çok hazin bir tabloyla karşılaşacağımız açıktır. Her
bilinç sahibi Müslümanın, bu konuda kardeşlerini ve çevresinde bulunan insanları
bilinçlendirmesi ve sorumluluklarını hatırlatması gerekir. “Bizlerin
yeryüzüne, Allah (c. c)’ın dinini en sahih ve sarih bir şekilde insanlara tebliğ
etmek, Emri bi’l maruf Nehyi ani’l münkeri yapmak ve Rabbimize halis bir kul
olmak için gönderildiğimizi” hatırlatmak gerekmektedir. İnsanlarımız, bu
asli sorumluluklarını neredeyse unutuvermişlerdir. Bu konuyu canlandırmak ve en
etkili bir noktaya taşımak gerekiyor. Kuşkusuz bunun yolu da İslami eğitimden
geçmektedir. Her Müslümanın, gerek söz gerekse de fiil ve davranışlarıyla birer
mübelliğ ve muallim olması gerekiyor. Bu durumda olmayan bir insanın, İslami
sorumluluğunu ifa ettiğini iddia etmesi fazla gerçekçi değildir. Bu görev ve
sorumluluğun ifası, -Allah (c. c)’ın lütfuyla- bizleri alayı illiyyine
taşıyacağı ilahi bir vaddir. “İşte yarışanlar, bunun için yarışıversinler!” Bu,
insanlığın kurtuluş mücadelesidir. İnsanların kurtuluşuna yönelik çabalarımız,
kuşkusuz bizlere, “en hayırlı” olma özelliğini kazandıracaktır. Allah (c. c)
katında en hayırlı bir Müslüman olma vasfını kazanmak için “bir genç kız ve
erkek yavrumuzun eğitimiyle ilgili sorumluluğu üstlenmek” fazla bir külfet
olmasa gerek!. . Zaman su gibi akıp gitmektedir. Ecel kapımızı çalmadan elimizi
çabuk tutup bu hayırlı işteki yerimizi mutlaka almamız gerekmektedir. Rabbim!
Bizlere akıl, feraset ve basiret ver. Sorumluluklarımız konusunda bizlere furkan/kavrayış
ve azimet bahşet!
Hacı İNAN
|