“… Ki helak olan (küfrü tercih eden), apaçık bir delil ile helak olsun (küfrü
tercih etmiş olsun) ve yaşayan (İslam’ı tercih eden) de, apaçık bir delil ile
yaşasın (İslam’ı tercih etmiş olsun). Kuşkusuz Allah, hakkıyla işitendir, her
şeyi bilendir. ” (Enfal Suresi: 8/42)
İslam dini, ilk inen vahyiyle okumayı emrederek mensuplarının, bilinçli olarak
İslam’ı tercih etmelerini istemiştir. Gözü kapalı ve körü körüne bir bağlılığı
asla tasvip etmemiştir. Onun için Rabbimiz, Kur’an’ı ayet ayet indirerek, yirmi
üç sene gibi bir zaman içerisinde tamamlamıştır. Kur’an ayetlerini tek tek
indirmekle de yetinmemiş, seçmiş olduğu peygamberinin hayatında ayet ayet
yaşanılıp, insanlara açık bir şekilde gösterilmesini istemiştir. Resulullah (s.
a. v)’in hayatını da, insanlar için, örnek bir hayat olarak takdim etmiştir.
Resulullah (s. a. v), dinine tabi olanlarla birebir ilgilenmiş, onlara -kadın
erkek demeden- Allah’ın dinini öğretmiştir. İslam’ın nüvesini (çekirdek
kadrosunu) oluşturan bu insanlar, İslam binasının temelini oluşturmuş ve
karşılaşılan bütün sarsıntılar karşısında en küçük bir zafiyet
göstermemişlerdir. Mücadelenin bütün safhalarında bu insanlar, hep öncü rol
üstlenmiş, zorluklar karşısında insanlar dağılırken onlar, mücadelede hep sebat
göstermişlerdir. Zira bu insanlar, İslam’ı iyi kavrayıp idrak etmiş ve onun
hakkaniyetine aynelyakin iman etmiş kimselerdi. Mücadele sürecinde İslam dininin
hakkaniyetine dair birçok ayete de şahit olmuşlardı. Allah (c. c)’ın kudretini
müşahede etmiş ve mücadele içerisinde O’nun, Müslümanlarla olan beraberliğini en
açık bir şekilde hissedip yaşamışlardır. Kuşkusuz bütün bu ayet ve deliller,
Müslümanların imanını yakin derecesine yükseltmiştir. Hz. Ali (r. a)’ın
deyişiyle: “Eğer Allah (c. c)’ı gözlerimle görmüş olsaydım, imanımda en küçük
bir değişiklik olmazdı.” Yakin derecesindeki imana sahip olan bir mümin,
kuşkusuz hayatının bütün lahzalarında Allah (c. c)’ın varlığını, birliğini ve
sonsuz kudretini müşahede eder.
Ayeti kerimede İslam dini için “Hayat”, küfür için ise “Helak” tabiri
kullanılmıştır. İslam dininin bir insana, sonsuz bir hayat olması ve ondan
dönülmemesi için, İslam’ın, o insan tarafından iyi anlaşılması ve özümsenmesi
gerekir. İslam dinini iyi bilen, iyi anlayan ve ona hakkıyla iman eden kimse
ancak onun kıymetini bilir ve Resulullah (s. a. v)’in ifadesiyle: “… İslam’dan
dönmektense ateşe atılmayı tercih eder.” Eğer bir insan rahat bir şekilde İslam
dinine sırt çevirip İslam dışı hayat ve anlayışlara yöneliyorsa, kesinlikle bu
insan, İslam dinini anlamamış ve ona gerçek manada iman etmemiş demektir. İslam
dininin Allah (c. c) katındaki kadrinin büyüklüğünü anlayan, dünya ve ahiret
kurtuluşunun ancak onunla olduğunu bilen bir insan, imanı uğruna en ağır işkence
ve sıkıntılara maruz kalsa da, bir santim olsun davasından asla geri durmaz.
Ebu Abdillah Habbab b. Eret (r. a)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Resulullah (s. a. v) Kâbe’nin gölgesinde abasına yaslanmıştı. Biz ona halimizi
şikâyet ettik ve şöyle dedik: Bizim için Allah’tan yardım dilesen, bizim için
dua etsen olmaz mı? Bu şikâyetimiz üzerine şöyle buyurdu: “Sizden önceki
dönemlerde adam yakalanıp kendisi için yerden çukur kazılır ve adam o çukura
konulurdu. Sonra testere getirilip adamın başının üstüne konulur ve başı ikiye
ayrılırdı. Kimisinin de eti, demir taraklarla kemiklerinden sıyrılırdı. Bütün
bunlar onu dininden döndürmezdi…” (Buhari)
Eğer bir insan, bilerek ve gerçekten iman ederek İslam dinini tercih ederse,
Resulullah (s. a. v)’in haber verdiği gibi “başı testereyle ikiye ayrılsa veya
demir taraklarla eti kemiklerinden sıyrılsa da, o yine imanından zerre kadar
taviz vermez.” Şayet bir insan en küçük bir imtihan karşısında davasından
vazgeçip zillete razı oluyorsa, kesinlikle o insan, İslam’ı kavramadığı gibi
İslam’ın lezzetini de en küçük tatmamış demektir.
Müslümanların, dinlerini öğrenmeleri için imkânlar ve şartlar oluşturmaları
lazım geldiği gibi, kâfirlerin de İslam dini hakkında bilgi sahibi olmaları,
İslam dininin hak din olduğu gerçeğini anlamaları ve küfrün de felaket olduğunu
kavramaları için de aynı şekilde imkân ve şartların oluşturulması gerekir ki,
kendileri için bir mazeret olmasın. Ve aynı şekilde bilerek küfrü/helaki tercih
etmiş olsunlar. Müslümanların, İslami eğitim cihetindeki sorumluluklarına bu
zaviyeden bakıldığında, işlerinin hiç de kolay olmadığı rahatlıkla anlaşılır. Bu
ilahi sorumluluğun ağırlığından dolayı gökler, yer ve dağlar ilahi emaneti
yüklenmekten kaçınmışlardı. Biz insanlar ise, hem emaneti yüklendik, hem de
emanetin hakkını verme noktasında gevşek davranmaktayız. Kendi yakınlarımıza,
komşularımıza ve coğrafyamızın insanlarına İslam’ı öğrenme imkânı oluşturmaktan
aciz kalmışken, diğer insanlara böylesi bir imkânı nasıl oluşturacağız! Onun
için bütün bir mesaimizi bu uğurda harcamamız ve bütün imkânlarımızla
fedakârlıkta bulunmamız gerekir ki, en azında Rabbimiz katında ileri
sürebileceğimiz bir mazeretimiz olsun.
Toplumun içine düşmüş olduğu durum gerçekten ürkütücüdür. Onun için bazı
hassasiyet sahibi Müslümanların dahi bu korkunç manzara karşısında ister istemez
dehşete kapıldıkları görülmektedir. Bu toplumun, İslam’la yeniden ihyasının çok
zor olduğunu söyleyip dururlar. Elbette bu kadar tahrip edilmiş bir toplumun
yeniden dirilişi kolay olmayacaktır. Ancak Müslümanların elinde Kur’an gibi
ebedi bir mucize ve önlerinde de Resulullah (s. a. v)’in Sünneti gibi tükenmez
bir nûr olduğu halde, Allah (c. c)’ın kuvvet ve kudretiyle, işin gerçekleşmemesi
için hiçbir neden yoktur. Bu ihya hareketinin pekâlâ gerçekleşeceği de bir
hakikat olarak karşımızda durmaktadır. Yeter ki insanlar, İslam’la
yüzleştirilsin ve onun gerçeği kavratılsın. En ölü bedenlerin dahi, dirilip
canlandığı görülecektir. Hem de büyük kitleler halinde! Allah (c. c)’ın lütfuyla
insanlar, fevç fevç İslam’a yönelecek ve onun rahmet kucağına kendilerini teslim
edeceklerdir. Bugün bile bu sürür verici gelişmeyi bizzat müşahede etmekteyiz.
Milyonlarca insanın, Muhammed (s. a. v)’in isminin etrafında toplanmalarını
başka ne ile izah edebiliriz. Zavallı toplumun içine düşmüş olduğu bu perişan
halden kurtulması için, Kur’an ve Sünnetin o manevi atmosferini daha bir
canlandırmamız ve o can veren havayı insanlarımıza daha çok solutmamız
gerekmektedir.
İnsanların, İslam’ın hakikatini anlamaları ve idrak etmeleri için, İslami eğitim
noktasında lazım olan ortam ve şartların oluşturmasıyla beraber, kuşkusuz cihad
gibi bir vecibenin de ikame edilmesi gerekmektedir. Zira cihad ortamında,
İslam’ın birçok esrarı ortaya çıktığı gibi, Rahman’ın birçok ayetine de tanıklık
yapılır. Konumuzun başına aldığımız ayeti kerimede Rabbimiz, Bedir savaşında
Müslümanlara bahşetmiş olduğu zaferin hikmetini şu ifadelerle izah etmektedir:
“İnsanlar, İslam’dan veya küfürden yana tercihlerini yaparken, bilerek ve
delillerini müşahede ederek tercihlerini yapmalarını istedik!” buyurmaktadır.
Bilinçli olarak İslam’ı tercih etme imkânı da, kuşkusuz İslami eğitimin yapılmış
olduğu ortamlarda elde edilir. Özellikle toplumumuzda bu eğitimin hakkıyla
yapılabilmesi için, ciddi manada fedakâr ve sabırlı olmanın gerektiğini de
belirtmek gerekir. Zira toplumumuzda, İslami eğitimin vücubiyetinin getirmiş
olduğu o ciddiyet ve ağırlık, Müslümanların zihin dünyalarında ciddi manada
törpülendiği için, en başta insanlarımızın, İslami eğitimin gerekliliği
konusunda ikna edilmeleri gerekir. İslami bir vecibenin gerekliliği konusunda
Müslümanların ikna edilmeye çalışılması elbette garipsenecek bir durumdur; ancak
heyhat ki bu bizim gerçeğimizdir. Onun için Müslüman eğitimcilerin çok sabırlı
ve ısrarcı olmaları gerekir ki bu konuda başarı elde etmiş olsunlar. Bu konuda
ciddi manada başarı elde edilmedikçe, İslam noktasında atılacak her adım boşta
kalacak ve akamete uğrayacaktır. İş bu kadar açık ve nettir. Eğer Müslümanlar,
İslami çalışmalarında bir netice elde etmek istiyorlarsa, İslami eğitim alanını
genişletmeleri ve bu konuda seferberlik halini hep yaşamaları gerekir!
Hacı İNAN
|