Bismihi Teala ! 4-KAVİMLERİN VARLIĞI VE BUNUN HİKMETLERİ Alemlerin yaratıcısı, kavimler konusunda bizlere şu önemli hakikati haber vermektedir: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat 13) Bu ayet, bütün insanların bir ana ve babadan olduğunu, yani insanların kökeninin aynı olduğunu beyan ettikten sonra, kavimlere ve kabilelere ayrıldıklarını bildirmektedir. Buradaki sebep ve hikmet, tanışma olarak ifade edilmektedir. O zaman tanışma üzerinde durmak gerekir. Tanışmadaki hikmet doğru anlaşılınca, ayet de doğru anlaşılacaktır. Ancak daha önce şu hususlara değinmekte fayda vardır. İnsanlar arasındaki dil, renk ve ırk, farklılıktır. Farklılık; insanlar ve dolayısıyla oluşturdukları toplumlar arasında rekabeti, yarışmayı ve dolayısıyla gelişmeyi tetikleyen önemli bir unsurdur. İnsanlar arasındaki bu farklılık aynı zamanda bir zenginlik olmakla birlikte, tanımayı da kolaylaştırır. Mesela bir şehri düşünün. Eğer o şehir semtlere ve mahallelere ayrılmazsa, her semte, mahalleye, yollara ve sokaklara ayrı ayrı isimler verilmez ve binalar numaralanmazsa işler ne kadar karışır ve zorlaşır değil mi? İstediğiniz bir adrese bir mektup bile gönderemezsiniz. Aynı şekilde; yeryüzündeki bütün insanların aynı dili konuştuklarını, aynı renk ve ırktan olduklarını bir an için düşünün. Dil, renk ve ırk farkının olmadığı böyle bir dünyada acaba sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik ilişkiler nasıl bir hal alacaktı? Her doğan insana bir isim verilmesi, her insanın nispet edildiği bir soyunun olması, diğer resmi ifadesiyle her kesin bir soyadının olması, hep insanları birbirlerinden ayırt etmek ve daha kolay tanımaya dönük değil mi? İnsanlar zaten bireyler olarak özlerinde birbirlerinden farklıdırlar. Simaları, dokuları, sesleri, kabiliyetleri, akıl, düşünce ve zekalarıyla hiçbir insan diğerleriyle aynı değildir. Bu farklı yetenek, eğilim ve çabalarıyla birbirlerini tamamlar, birbirlerinden istifade de ederler. Çünkü insanlar birbirlerine muhtaçtırlar. Zaten toplum hayatını yaşamaya zorunlu olmaları da bundan ileri gelmiyor mu? Her şeyiyle kendisine yeten ve dışındaki insanlara ihtiyaç duymadan kim yaşayabilir ki? Bununla birlikte; Ali, Ahmet, Hasan, şuralı, buralı, şu kavimden, bu soydan, şu ulustan veya ırktan diye birbirlerinden ayırt edilmezlerse her şey birbirine karışır. Ayırt edici hususiyetler ve farklılıklar olmadığı için rekabet, yarış, gelişme gibi, karşılıklı paylaşım ve istifade de kısır kalır. Evet, şimdi bu hususları göz önünde bulundurarak tekrar ayete dönelim ve oradaki farklılıkların sebebi ve hikmeti olarak gösterilen TANIŞMA konusunu ele alalım. “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat 13) Ayette geçen “Şu’ub”; “Şa’b” ın çoğulu olup, günümüz Türkçesiyle Ulus anlamında kullanılmaktadır. “Kabail” ise; “Kabile” nin çoğulu olup, yine günümüz Türkçesiyle “Boy” anlamındadır. Ancak olduğu gibi Türkçeye geçtiğinden daha çok kabile şeklinde telafuz edilmektedir. Yine ayette geçen “Te’aruf”; karşılıklı tanışma anlamındadır. “Lite’arefu” şeklinde gelmesi ise; sebebi ifade eder ve “Tanışmanız için” demektir. Bu ayette; önce bütün insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığının, ardından da birbirleriyle tanışmaları için kavim ve kabilelere ayrıldıklarının, üstünlüğün ise takvada olduğunun izahı konusunda müfessirlerin çoğu şu görüşü paylaşmaktadırlar : “Buradaki hitap bütün insanlara olduğu için, bütün insanlar aslında yeryüzünün büyük bir ailesini oluştururlar. Bir erkek ve bir dişiden olmaları demek, bütün insanların özleri ve köklerinin aynı olması demektir. Kimsenin kimseye üstünlük taslamaması gerekir, böyle bir hakları yoktur. Ayrı kavim ve kabilelere ayrılmalarının sebebi, birbirlerine karşı üstünlük taslayarak kapışmaları değil, birbirleriye tanışıp kaynaşmaları/yardımlaşmalarıdır. Üstünlük; kavim, boy, renk, dil gibi şeylerde değil, takvadadır…” Ayette geçen “te’aruf”, yani tanışmayı da; karşılıklı tanışma, kaynaşma ve yardımlaşma olarak tarif etmişlerdir. Bu, müfessirlerin çoğunun görüşüdür. Ayette geçen takva kelimesi; Allah’ın (cc) emirlerine karşı gelmekten sakınmak, çekinip korkmak, bu emirlere muhalif duruma girmemek için gayret sarf etmek anlamlarındadır. (Bu konuda, Fahrur-Razi’nin Tefsir-i Kebir, Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dili Kur’an Dili, Mevdudi’nin Tefhim-ül Kur’an, Seyyit Kutub’un Fizilal-il Kur’an, M.Ali Sabuni’nin Saffetü-tefasir adlı tefsirlere ve Taberinin tefsirine ayrıca bakılabilir) Demek ki insanların farklı dil, renk ve ırklara ayrılmaları Allah’ın (cc) birer ayetidir. Yani; bütün diller, renkler ve ırklar Allah (cc) tarafından yaratılmış ve insanlar bu şekilde birbirlerinden farklı kılınmıştır. Birbirleriyle tanışıp kaynaşsınlar ve yardımlaşsınlar diye. Bu konuda hiçbir insanın iradesi ve katkısı söz konusu değildir. Hiçbir insan kendi isteği veya çabasıyla Türk, Kürd, Arap veya başka bir ırktan dünyaya gelmediği gibi, kendi dışındaki başka renk ve ırklara karşı imtiyazlı olarak da doğmaz. Varlığı itibariyle hiçbir insan, hiçbir dil, renk veya ırk, diğerlerinden üstün yada aşağı olarak görülemez. Bu konuyla ilgili olarak Allah’ın (cc) Rasulü (sav) de, bu ayetin bir tefsiri niteliğinde olan ve Veda Haccı sırasında teşrik günlerinin ortasında yaptığı bir konuşmada şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Dikkat edin, Rabbiniz birdir. Hiçbir Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur ve hiçbir Arap olmayanın da hiçbir Araba üstünlüğü yoktur. Siyah renkte olanın hiçbir beyaz renkte olana, beyaz renkte olanın da hiçbir siyah renkte olana üstünlüğü yoktur. Üstünlükler ancak takva iledir. Şüphesiz ki Allah katında en değerliniz Allah'tan en çok sakınanınızdır. ……" (Beyhaki) Başka bir hadiste de yine şöyle buyurmuşlardır : "Allah Teala kıyamet günü sizin soyunuzdan sopunuzdan sormayacaktır. Şüphesiz ki Allah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır." Diğer bir hadisin ifadesi de şöyledir: "Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz, fakat o sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, İbn Mace) Dolayısıyla Allah’ın (cc) birer ayeti olan dil, renk veya ırkları inkar etmek, görmezlikten gelmek, birinin diğerine karşı imtiyazlı ve üstün olduğunu söylemek, İslam’a aykırıdır. İnsanların farklı dil, renk ve ırklara ayrılması; onların birbirlerini daha iyi tanımalarına, toplulukların-toplumların daha belirginleşmesine, sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik ilişkilerin somut nedenlere dayanmasına ve daha canlı olmasına, rekabetin, yarışın ve dolayısıyla gelişmenin yaşanmasına vesiledir. İşte bütün bunlar; ayette geçen ‘TANIŞMA’nın sebep ve hikmetleridir. Aynı fabrikadan, aynı özellikte üretilen iki robot misali ben ve sen aynı isek, aynı özellikleri taşıyorsak, ikimizin tanışması bir anlam ifade etmez. Ancak beni ben, seni de sen yapan ayrı özelliklerimiz varsa ve bizi birbirimizden ayıran farklılıklarımız varsa, işte o zaman tanışmamız bir anlam kazanır. Çünkü ben, bende olmayanı sende, sen de, sende olmayanı bende görebilirsin. Böylelikle ben senin varlığına, sen de benim varlığıma tanık olursun. Çünkü tanışma; tanımayı, tanıma da tanık olmayı yani varlığına şahit olmayı ve dolayısıyla kabul etmeyi beraberinde getirir. Hal böyle olunca; bir coğrafyada, bir ülkede farklı dili konuşan, farklı renkten veya farklı ırktan insanlar olunca, her birinin kendi diliyle konuşması, yazışması, kendi diliyle eğitim ve öğretim yapması, kendi inançlarını yaşaması…..onun tartışılmaz tabii hakkı olur. Hiç kimsenin bu tabii hakları görmezden gelmesine veya engel olmasına hakkı yoktur ve bunun İslam’da yeri yoktur. İşte farklı dil, renk ve kavimlere bu bakış açısıyla bakılmalı ve kavimler bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu cümleden olmak üzere; Türkiye’deki Kürt sorununa da evvela bu bakış açısıyla bakılmalı, sosyal, siyasal ve hukuki durumu bu çerçevede ele alınmalıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki etnik sorunlar çerçevesinde Kürt sorunu da böyle bir yaklaşımla değerlendirilip çözüm aranmalıdır. Ancak burada önemli olan bir husus var ki; var olan bir sorunu İslami bakış açısıyla görüp teşhis etmenin yanında, çözümünü de İslam dairesi içinde aramak gerekir. Çünkü İslam ilahi bir dindir ve Allah’ın (cc) insanlara nimet olarak sunduğu bir yaşam biçimidir. İnsanın ferdi, ailevi ve sosyal (toplumsal-ulusal) yaşam düzenini en adil şekilde ortaya koyan sistemdir. Bu sistemde inançlar, ibadetler, can, mal, nesil, akıl, özgür ve hür yaşam, çalışma ve kazanma (ekonomik bağımsızlık), eğitim ve öğretim, sağlık ve sosyal gibi haklarla birlikte, kendi diliyle konuşma, yazışma, kültür ve gelenekleri yaşama, tanınma gibi ulusal haklar da, tanınmış tabii haklar olup güvence ve emniyet altındadır. Bu nedenle, bütün bunlar için bir çatı ve şemsiye hükmünde olan İslam dinini, evvela tahakküm altından çıkarıp kurtarmak gerekir. Bunu göz ardı ederek sadece dilin ve ulusal (ırki aidiyet) kimliğinin tanınmasını istemek; cezaevinde daha fazla havalandırmaya çıkma, yemeklerin daha düzenli gelmesi veya ziyaretçi görüş saatlerinin daha uzun olmasını istemeye benzer. Halbuki buradaki asıl problem, cezaevinde bulunmak ve dolayısıyla mahkum, esir olmaktır. Burada verilmesi gereken asıl mücadele ve enerjinin harcanması gereken asıl nokta, cezaevinden kurtulup hürriyete kavuşmaktır. Cezaevinden çıkıncaya kadar diğer sorunları çözmeye çalışmak tabii olduğu halde, asıl ve nihai çözüm değildir… Allah’a emanet olun. M. ALİYÊ XERZÎ |