“İnsana
bir zarar dokunduğu zaman, bize dua eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan
ettiğimizde, der ki: “Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi.” Hayır;
bu bir fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak çoğu
bilmiyorlar.” Zumer: 49
“Dedi ki: "Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi ki
gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden
daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma
uğratmıştır. Suçlu-günahkârlardan kendi günahları sorulmaz.” Kasas: 78
“İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkân (iktidar) verdik. Öyle ki,
orada (Mısır'da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib
ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız.” Yusuf: 56
Herhangi bir insan, bir grup, bir ekip, bir hareket, bir cemaat; bir konu, bir
mesele ve bir işle ilgili gayret gösterip kurallarına göre gerekenleri yerine
getirirse, sünnetullah gereği genelde peşinden muvaffakiyet ve başarı gelir.
Cenab–ı Allah’ın her şey için bir kanunu vardır. Her şeye bir özellik vermiştir.
Örneğin suya; sıfır derece altında donma, yüz derece sıcaklıkta kaynama özelliği
ve ateşe de yakıcılık özelliği vermiştir. Allah’ın bunlarla ilgili kanunu,
sünnetullahı budur. Şu da var ki, Cenab–ı Allah dilerse, Hz. İbrahim’e yaptığı
gibi: “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol!” der, ateş onun için güllük
gülistanlık olur, yakıcılık özelliğini yitirir.
Cenab–ı Allah, kendi kudretinden hiç kimsenin müdahalesi, gayreti ve çalışması
olmadan istediği şahsı, topluluğu, kavmi hidayete erdirebilir. Ancak, insanları
Allah’a ve onun dinine davet için peygamberler göndermiş, onlar da Allah’ın
istediği şekilde ve istediği her şeyi tebliğ etmişler. Onlara inananlardan,
onların varisleri olanlardan ve onların izinden gidenlerden de bu işin
yapılmasını istemiş, onlar da Allah’ın istediği şekilde, O’nun çizdiği çerçevede
ve belirlediği hudutlar içinde görevlerini yerine getirmişler ve getirmeye
çalışmışlar.
O’nun rızasına talip olanlar, dini ve davası için çalışıp netice almak ve hedefe
varmak isteyenler mutlaka gereğini, yapılması gerekenleri yapmalıdırlar.
Yürümenin gerektiği yerde yürümek, oturulması gereken yerde oturmak, koşmanın
gerektiği yerde koşmak… Yani; ne yapılması gerekiyorsa yapmak…
İzzet, zafer ve muvaffakiyet netice itibariyle peygamberlerin ve onlara inanıp
onların yolunda gidenlerin olmasıyla beraber, zaman zaman bazı olaylarda ve
işlerde istenilen neticeyi alamamışlar, başarısız olmuşlar, hatta mağlup
olmuşlar, sıkıntı ve meşakkat çekmişlerdir.
Her Müslüman’ın sıkıntı, meşakkat, musibet ve ihtiyaç anında, Allah’ı daha çok
hatırlama, Allah’a daha çok yalvarma, yakarma ve yönelme davranışını sergilediği
muhakkaktır. Müslüman olmayanlar, inanmayanlar için de bunun böyle olduğunu
biliyoruz. Sıkıntı ve musibet anında kendilerini koruyacak, muhafaza edecek
olanın ancak Allah olduğuna inanarak O’na yönelirler.
Allah’a yönelme, O’ndan gafil olmama, O’nu tesbih etme hasleti, her Müslüman
için her şart ve zamanda olması gerekir. Mükellefiyet bunu gerektiriyor. Yani
sıkıntı, meşakkat ve musibet anında veya bir zarar geldiğinde değil, her zaman
olmalıdır. Özellikle musibet ve sıkıntı geçtikten sonra, zararın önü alındıktan
sonra, bir başarı ve muvaffakiyet elde edilince, bir nimetle karşılaşılınca
Allah’a yönelme, hamd etme, tesbih etme ve şükretme belki her zamandan daha çok
olmalıdır. Acizlik, eksiklik ve kusurlar ile beraber; yardım edenin, esbap ve
ortam hazırlayanın Allah olduğunu unutmamak gerekir.
Bir Müslüman; başarıları, güzellikleri, müspet gelişmeleri –Allah korusun– kendi
nefsinden, kabiliyetinden ve fedakârlığından bilip böbürlenme, büyüklenme ve
kibirlenme duygularına girerse, şeytanın düştüğü duruma düşme tehlikesiyle karşı
karşıya gelmek vardır ki, neticesi lanetlenmeye ve kovulmaya kadar gider.
Bazı gayret ve fedakârlıklarla elimizin üzerinde bazı güzel şeyler oluyorsa,
bunun Allah’tan olduğuna, Bediüzzaman’ın ifadesiyle belki aciz ve eksik
olduğumuz için, daha çok ihtiyacımız olduğu için, Allah’ın lütuf ve ikramından
bize bazı şeyler bahşettiğini bilelim. Belki de başka bir imtihanla, yeni bir
imtihanla karşı karşıya bulunuyor olabiliriz.
Birilerinde, İslam’a hizmet konusunda bir şevk ve gayret varsa, bu, Allah’ın bir
ikramı ve ihsanıdır. Bize zorlukları kolaylaştıran, hayırlı işleri takdir eden,
güzel ortam hazırlayan, makbul ameli hoşnut eyleyen Allah’tır. Zira istediğini
aziz, istediğini zelil eden O’dur. Ölüden diriyi yoktan var eden yine O’dur.
Her ortamda maksat ve gaye; Allah’ın rızasını kazanma ve O’nu razı etmedir.
O’ndan gafil olmamadır. Bu yüzden bir nimet, başarı ve muvaffakiyet sırasında
gaflete dalmamak için, peygamberlerin bile, Allah’ın bahşettiği her nimet ve
başarıdan sonra Allah’a yöneldiğini görüyoruz.
Hz. Yusuf’un; kuyudan çıkarılması, köle olarak satılması, kadının fitnesinden ve
zindandan kurtulmasından sonra Mısır hazinelerinin başına getirilmesi, uzun bir
ayrılıktan sonra babası ve kardeşleriyle buluşma sevinci ve neşesini, gaflete
dalmadan, Allah’ın kendisine bahşettiği nimetten dolayı dengesini kaybetmeden
Rabbine yönelişini ve yalvarışını biliyoruz: “Rabbim, Sen bana mülkten (bir pay
ve onu yönetme imkânını) verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin.
Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim Sensin. Müslüman
olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat.”
Hz. Süleyman, Belkıs’ın tahtını gözünü açıp kapamadan önünde görünce
gururlanmaksızın, böbürlenmeksizin, büyüklenmeksizin bunun Rabbinin bir ihsanı
olduğunu, şükretme ve nankörlük için bir imtihan olduğunu kabul ederek: “Kim
şükrederse, kendisi için şükreder” der ve Allah’a şükre yönelir.
Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam, bütün hayatı boyunca her zafer, galibiyet
ve seferden sonra olduğu gibi, özellikle Mekke fethinde zafer ve sevinci
unutmuş, Mekke’ye girişte başını ve boynunu eğerek mübarek sakalı bindiği
devenin sırtına değecek kadar eğilerek Rabbine şükretmiş, hamd etmiş, Rabbini
tesbih ederek mağfiret dilemiştir. Allah’ın peygamberleri hiçbir zaman ve hiçbir
ortamda Allah’ın hoşlanmayacağı bir davranış içine girmezler. Cenab–ı Allah’ın
onlara hitapları, onların söyledikleri ve yaptıklarının tümü onlara inananlara
ders olması ve hayatlarına uygulamaları içindir.
Dolayısıyla biz Müslümanlar hiçbir zaman, hiçbir ortamda, özellikle sıkıntının
az olduğu veya olmadığı zamanlarda, Allah’ın ihsan ve ikramından bir güzellikle
karşılaştığımızda gafil olmayalım, şımarmayalım, böbürlenip kibirlenmeyelim.
Kendimize güvenerek gururlanmayalım. Karşılaştığımız her nimet, yaptığımız güzel
ve faydalı her işin kendi nefsimizden olmadığını, Allah’ın bize bahşettiği bir
hediye olduğunu bilelim. Daha çok mütevazı olalım. Aciz ve eksik olduğumuz
şuuruyla Allah’a dayanalım ve yönelelim.
İstediğini aziz, istediğini zelil edenin Allah olduğu inancıyla Allah ile olan
bağlarımızı gevşetmeyelim. Hamd etmede, şükretmede, tesbih etmede, mağfiret
dilemede gevşek davranmayalım. Allah’ın emirlerine ve Hz. Peygamber’in sünnetine
sarılmak en büyük şükür ve hamddır. Şükür ve hamd her ortamda olsun ki, Cenab–ı
Allah üzerimizdeki nimetini arttırsın.
Cenab–ı Allah, gerek fert, gerekse topluluklara bahşettiği kabiliyet, haslet ve
başarıları çok basit bir hastalıkla veya musibetle alabilir, ters yüz edebilir.
Dolayısıyla Allah’ın yardım ve inayetinin devamı için yine O’na sığınalım.
Şeytan ve dostlarının hiçbir zaman Müslümanlara karşı boş durmayacaklarını
unutmayalım, gafil olmayalım. Her zaman, her işte ve her konuda uyanık olalım.
Rehavete kapılmayalım. Sorumluluklarımızı Allah’ın hudutları içinde daha
heyecanlı, daha iyi bir şekilde şevkle yerine getirmeye devam edelim.
Rabbim! Bizleri kibirlenenlerden, böbürlenenlerden ve büyüklük taslayanlardan
eyleme!
Allah’a emanet olun. |