Ana Menü
   ANA SAYFA

   İLETİŞİM

   SİTEDE ARA

   SİTEYİ ÖNER

   BASIN BÜROSU

   ŞEHİTLER ALBUMÜ
Bir Ayet - Bir Hadis
Bir Ayet:
Allah ve Resûlü bir ise hüküm verdigi zaman, inanmis bir erkek ve kadina o isi kendi isteklerine göre seçme hakki yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karsi gelirse, apaçik bir sapikliga düsmüs olur. Ahzap/36

Bir Hadis:
Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dünyada yaptığı iyiliklerdir.
En Son Eklenenler
Hizbullah Cemaati...

Hizbullah Cemaati...

Hizbullah Cemaati...

Hizbullah Cemaati...

Hizbullah Cemaati...

Cemaati Rehberi M...

Hizbullah Cemaati...

Hizbullah Cemaati...

HİZBULLAH REHBERİ...

Hizbullah Rehberi...

Hizbullah Cemaati...

Hizbullah Cemaati...

ŞEHADETİNİN 23. Y...

HİZBULLAH CEMAATİ...

HİZBULLAH CEMAATİ...

HİZBULLAH CEMAATİ...

MUHTEREM EDİP GÜM...

ŞEHADETİNİN 22. Y...

Hizbullah Cemaati...

MUHTEREM EDİP GÜM...

MUHTEREM EDİP GÜM...

ŞEHADETİNİN 21. Y...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH BASIN B...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

YENİ ZELANDA’DAKİ...

ŞEHADETİNİN 19. Y...

Makale Hiyerarşisi
Makaleler ana sayfası » 14- KARA DEVRİMLER » KARA DEVRİMLER -6- / M. ALİ NUR
KARA DEVRİMLER -6- / M. ALİ NUR

TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNUNUN KABULÜ

Mustafa Kemal; dinin, birey ile Rabbi arasında bir vicdan meselesi olduğuna, sadece bireysel çerçevede kalması gerektiğine, toplum kurallarına ve özellikle devlet yönetimine müdahale etmemesi gerektiğine inanıyordu. Dini kuralların geçmişte kaldığını ve günümüz ihtiyaçlarına cevap vermediğini düşünüyordu. Ayrıca aklı esas almadığını, sabit kurallardan ibaret olduğunu ve bu nedenle de ilerlemenin önünde büyük bir engel olduğunu savunuyordu. Çeşitli zamanlarda, çeşitli vesilelerle bu yöndeki fikirlerini ifade etmiştir. Mesela; 1923 yılında Bursa’da yaptığı bir konuşmada konuyla ilgili düşüncelerini şu şekilde dile getirmiştir: "Yeni Türkiye, ne zamana ne de ihtiyaca uymayan mecellenin hükümlerine bağlı kalamaz. En uygar uluslar derecesinde hukuk kurallarımızı da iyileştireceğiz. Yüz sene, beşyüz sene, bin sene evvel yaşayan bir toplum için yapılan yasalarla bugünkü toplumu yönetmeye kalkışmak gaflettir, cehalettir."

Başka bir sözü şu şekildedir : “Sarık ve cüppeyle artık dünyada muvaffak olmanın imkanı yoktur.”

Başka bir seferinde Mustafa Kemal şunları söylemiştir: “Bizim devlet idaresinde takip ettiğimiz prensipler, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” Bütün bunlar; ‘Atatürk’ün sözleri’ adı altında toplanmış ve kitaplaştırılmıştır.

Dolayısıyla Mustafa Kemal, İslam’a muhalif bir dünya görüşü ve bakış açısına sahipti. Onun için Batıya hayranlık duymaktaydı. Özellikle Fransız kültürüne aşırı düşkünlüğü vardı. Çünkü Fransızlar bir ihtilal yapmış ve dinin devlet ve toplum hayatı üzerindeki etkilerini tamamen ortadan kaldırıp laik bir sistem oluşturmuşlardı.

Bu yüzden Mustafa Kemal, Batı tarzı laik Cumhuriyet düzenini savunmuş, Anadolu’da da böyle bir sistemin hakimiyetini arzu etmiştir. Bunun için fırsat kollamış ve elinden geldiğince ortam hazırlamaya çalışmıştır. Birinci dünya savaşı sonrası Osmanlı’nın uğradığı işgallere karşı Müslüman ahalinin gönüllü olarak her tarafta başlattığı kıyam hareketlerinin toparlanmasında ve organize edilmesinde padişahtan yetki almak istemiş, bu yetkiyi kullanarak fikirlerini hayata geçirmek istemiştir.

Mustafa Kemal’in Padişahtan yetki alması ve Anadolu’ya gidişi konusu üzerinde biraz durmakta fayda vardır.

M. Kemal’ın Anadolu’ya gönderilmesi ile ilgili olarak farklı görüşler vardır. Bu konuda pek çok eser kaleme alınmıştır. Bu çerçevede iddia edilen bir konu şu ki; M. Kemal, Batı yanlısı tutumunu ve Cumhuriyet fikrini her ne kadar gizli tutmuş ve açığa vurmamış ise de sarayın dikkatini çekmişti. Bu sebepten M. Kemal ittihat ve terakkiden kopmuş, sarayla yakınlık kurmak ve hatta kabineye girmek istemişti. Yetki sahibi olduktan sonra ise bu yetkiyi emellerine ulaşmada bir koz olarak kullanacaktı. Bu yüzden İstanbul hükümeti O’nu İstanbul’dan uzaklaştırmayı düşünüyordu. Çünkü başlarına bela olabilirdi.

İstanbul hükümeti, Anadolu’daki hareketleri örgütlemek için hazırlanan genç subaylar safında gördüğü için mi, yoksa (aykırı fikirlerinden dolayı) başa bela olur endişesiyle İstanbul’dan uzaklaştırmak için mi M. Kemal’i Anadolu’ya gönderdiği konusu bir yana, açık olan ve bilinen şu ki, M. Kemal ta baştan beri Batı yanlısıydı, Cumhuriyet fikrini benimsemekteydi, hilafete karşıydı, kendisiyle aynı fikri taşıyan subay arkadaşları vardı ve fikirlerini hayata geçirmek için imkan ve fırsat arayışı içindeydi.

İster öyle, ister böyle. Sonuçta Fevzi Paşa, Vahdettin’in talebi üzerine hazırladığı vatansever genç subaylar listesine M. Kemal’i de eklemişti ve M. Kemal, İstanbul hükümeti tarafından ve bizzat Vahdettin’in onayıyla görevli olarak Anadolu’ya gönderilmek isteniyordu. Bu, M. Kemal için arayıp ta bulamadığı mükemmel bir fırsattı. Ancak fikirlerini hayata geçirebilmek ve hedeflerini gerçekleştirebilmek için daha fazlasına ihtiyaç duyuyordu. Hem ordu ve hem de halk nezdinde kabul görüp geçerli sayılan ve geniş bir alanda, her bakımdan geniş yetkilere sahip olan bir yetki istiyordu. Böylelikle, hilafet makamı namına, hilafet ve vatanın kurtarılması gerekçesiyle bu yetkiyi kullanarak ordu ve halk üzerinde nüfuz sahibi olabilecek ve istediklerini yapma imkanına kavuşmuş olacaktı.

İlyas Sami Karamısır’ın hatıralarında geçtiğine göre M. Kemal, Milli Mücadeleye karar verişini ve bu maksatla Anadolu’ya geçişini bizzat şöyle anlatır: “................İçimde çok dikkatle gizlediğim bir sırrı vakti gelmedikçe kimseye söylemedim. Böyle bir karar vermemişim gibi, temaslarıma devam ettim. Bir gün sırdaşlarımdan olan İsmet beyi davet ettim. Şişlideki evimde beni yalnız bulan İsmet bey: “Yine ne var?” dedi. Ben de: “Ne haber?” dedim. O da: “Tahmin edeceğin gibi” dedi. Ben: “Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın, üzerinde biraz konuşacağım” dedim. İsmet bey haritayı bulup açtı. Fazla olarak, daima cebinde taşıdığı pergeli de çıkardı. Latife ettim ve “Henüz pergellik bir şey yok. Biraz pergelsiz görüşelim” dedim. “Ne yapacaksın?” diye sordu. Mesela dedim, “hiçbir sıfat ve selahiyet sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?...Yüzüme baktı, tekrar neşeli ve ümitli güldü. “Karar verdin mi?” dedi. “Şimdilik bundan bahsetmeyelim. Bana, memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikede şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver” dedim. İsmet bey biraz derin düşündükten sonra: “Yollar çok, mıntıkalar çok” dedi. “Ne yapacağını bana ne zaman söyleyeceksin?” dedi. “Zamanında” dedim.

Beni İstanbul’dan çıkarmakla ağır bir yükten kurtulacaklarını zannedenler, makul bir sebep aramakla meşgul idiler. Nihayet bu sebep, işgal kuvvetleri zabitlerinin raporları ise dolu bir dosya halinde ellerine geçti. Bir gün harbiye nazırı rahmetli Şakir Paşa, beni makamına çağırdı. Bürosunun karşısına oturdum. Bir tek kelime söylemeksizin bana dosyayı uzattı. “Bunu okur musunuz?” dedi. Dosyayı baştan sona kadar gözden geçirdim. Hülasası şu idi: “Samsun ve havalisinde birçok Rum köyleri Türkler tarafından her gün tecavüze uğramaktadır. Osmanlı hükümeti, bu vahşi tecavüzlerin önüne geçememektedir. Bu havalinin emniyet ve huzurunu temin etmek insaniyet namına borcumuzdur”. Raporlar İstanbul hükümetine verilirken bir de protesto ilave edilmişti: “Bu tecavüzleri men etmek lazımdır. Eğer siz aciz iseniz, vazifeyi biz üstümüze alacağız”. Dosyayı okuduktan sonra Harbiye Nazırının yüzüne baktım. “Emriniz Paşam?” dedim.

-Bu böyle midir zannedersiniz? Dedi.

-Zannetmiyorum, fakat bir şeyler olma ihtimali vardır. dedim.

Bunun üzerine asıl bahse geçti.

-İşte, dedi, böyle midir, değil midir, evvela bunu meydana çıkarmak için bir zatın gidip tetkiklerde bulunması lazımdır. Ben Sadrazam Paşa (Damat Ferit Paşa) ile görüştüm. Sizi münasip gördük. Oraya gidesiniz ve meselenin mahiyetini anlayasınız. Dedi.

-Memnuniyetle giderim. Ancak ben oraya, Türkler Rumlara zulüm ediyor mu, etmiyor mu, yalnız bunu anlamak için mi gideceğim? Memuriyetim bu mu olmak lazımdır? Dedim.

-Evet, konuştuğumuz budur. Dedi.

-Pekala.........Yalnız müsaade buyurursanız, memuriyetime bir şekil vermek lazım. Sizi üzmeyim, arzu ederseniz, Erkanı Harbiye Reisinizle görüşerek bunu tesbit edelim. Dedim.

-Hay, hay! Dedi.

Nazırlık makamından çıkarak, Erkanı Harbiye Umumiye Reisi Fevzi Paşa’yı (Fevzi Çakmak) aradım. Yirmi günden beri hasta olduğu için gelememekte olduğunu söylediler. Dairede ikinci Reis Diyarbakır’lı Kazım Paşa ile karşılaştım. Kendisine, Nazır Paşa’nın verdiği görevden bahsettim. Malumatı yoktu. “İşte ben sana haber veriyorum” dedikten sonra “Kapıları kapattırır mısın?” dedim. Kazım Paşa gülerek yüzüme baktı ve

-Ne oluyoruz? Dedi. Kazım Paşa ile açık konuşarak bütün düşündüklerimi anlattım:

-Her ne sebep veya maksatla, beni İstanbul’dan uzaklaştırmak için bir vesile aramışlar ve bu memuriyeti bulmuşlar. Hemen kabul ettim. Ben zaten şu veya bu suretle Anadolu’ya geçmek fırsatını arıyordum. Madem ki onlar teklif ettiler, fırsattan mümkün olduğu kadar istifade etmeliyiz. Dedim. Kazım Paşa da:

-Nasıl? Dedi ve cevabını beklemeksizin ilave etti. Ha....zaten ordu müfettişlikleri meselesi var. Sen o taraflara ordu müfettişi ünvanı ile gidebilirsin.

-Ünvanın ehemmiyeti yok. Yalnız şimdi Harbiye Nazırı ile konuş, benden ne istiyorlar, tesbit et, üst tarafını kendimiz yaparız. Dedim. Kazım Paşa Harbiye Nazırını gördü. Kendisinden aldığı direktif şu idi: “Maksat Samsun havalisinde Rumlar’a tecavüz eden Türkleri te’dip etmek, sonra Anadolu’da bir takım milli teşekküller beliriyorsa, onları da ortadan kaldırmak! M. Kemal’i bunun için yolluyoruz. Kendisine Sadrazam Paşa ile beraber bir selahiyetname vereceğiz.....”

Kazım Paşa bana bunları izah edince, “Çok güzel” dedim ve kapıların iyi kapalı olup olmadığına baktım.

-Yalnızız...dedi.

-Onlar ne istiyorlarsa, azamisini ilave ederek bir talimatname kaleme alınız. Yalnız bir iki noktayı ben not ettireyim. Dedim.

-Peki....dedi.

Benim ehemmiyet verdiğim selahiyet meselesi idi. Mümkün olduğu kadar Anadolu’nun her tarafına emir verebilmeliydim. İstediğim bir madde, Samsun’dan başlayarak bütün Şark vilayetlerinde bulunan kuvvetlerine doğrudan doğruya emir verebilmekliğim idi. Bir başka madde; bu mıntıka ile her hangi bir temasta bulunan askeri ve idari makamlara iş’arlarda bulunabilmekliğim idi. Kazım Paşa’ya dedim ki:

-Onların arzularını bir araya topla, fakat sonuna bu iki maddeyi ilave et....Kazım Paşa yüzüme baktı ve

-Bir şey mi yapacaksın? Dedi.

-Kulağını bana doğru uzat...dedim ve evet bir şey yapacağım dedim. Kazım Paşa güldü ve

-Vazifemiz, çalışacağız....dedi. Dediğim gibi yazdığı talimatnameyi okudu............................

Kazım Paşa böyle bir maddeyi ilave ederek, talimatnameyi beyaza çektirdi. Şakir Paşa’nın makam mührü basıldı, iki nüsha idi. Birini cebime koydum. Ötekini de Kazım Paşa’ya vererek:

-Sen de bunu dosyada saklarsın...dedim. Latifeli bir gülüşle:

-Paşam, beni torbaya mı sokuyorsun? Dedi.

-Hayır, hayır....sana şimdi yalnız teşekkür ediyorum. Bir gün bunu hatırlarız...dedim.........”

Neticede M. Kemal, İstanbul hükümetinin aldığı kararla ve Vahdettin’in de onayı ile Anadolu’ya gönderilir. “Hatt-ı Hümayun” diye bilinen ve Vahdettin tarafından, M. Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesini onaylayan belge şu şekildedir: “Yaveran-ı Şahriyarimden Erkan-ı Harbiye Mirlivası Mustafa Kemal Paşa’ya: “Harb-i Umuminin Müttefikin hesabına ziyaı üzerine tahassül eden vaziyet-i siyasiye, ecdad-ı izamım mülkünü ve makam-ı Hilafet ve Saltanatımı müşkül ve tehlikeli bir sahaya sürüklediğinden, hükümet-i seniyemin kararı vechile tayin olunduğunuz mıntıkada asayişi temin ve merzi-i şahaneme muğayir ahvalin hudusunu men ile cümleten def-i saile bezl-i cehd ü gayret ederek milletimin mesuniyetini te’yid ve mülkümün eyad-ı mütearızinden tahlisi için yekvücut olarak hareket edilmesini, selam-ı şahanemle asker ve memurine ve ehaliye tebliğini irade ettim” (Vahdettin)

Bunu şu şekilde sadeleştirmek mümkündür: “Genel savaşın (Dünya savaşının) müttefikler lehine ortaya çıkmasıyla doğan siyasi durum, ulu atalarımın mülkünü ve hilafet ve saltanat makamımı sıkıntılı ve tehlikeli bir sahaya sürüklediğinden, hükümetimin kararı ile atandığınız bölgede asayişi sağlamak ve rızama aykırı hallerin meydana gelmesini engellemek ve topyekün tehlikeli şeylerin ortadan kaldırılmasına gayret göstererek milletimin dokunulmazlığını gerçekleştirmek ve memleketimin işgalcilerden kurtarılması için tek vücut olarak hareket edilmesini, şahane selamımla askerlere, memurlara ve halka bildirilmesini irade ettim (emir ve rica ederim)”

M. Kemal; aldığı yetkiyle istediğine kavuşmuş olarak Anadolu’ya gitmiş, hedeflerini gerçekleştirmek için önemli ve ilk adımını böylece atmıştır. Kendisine verilen bu yetkiyi kullanarak fikirlerini bir bir hayata geçirmiştir. Dinin devlet üzerindeki bütün yetki ve etkilerini kaldırmıştır. Dini müesseseleri ve dinin devlet düzeni ile toplum hayatındaki kurallarını ortadan kaldırarak yasaklamış ve yerlerine Batıdan alınma laik yapı ve sistemi yerleştirmiştir. Bunun için 1920’de başlayıp 1937’de tamamlanan ve İslam ve Müslümanlar açısından hayatı karartan çok sayıda kara devrimler gerçekleştirmiştir.

Mustafa Kemal; Laik Cumhuriyet rejimine bir bütün olarak bakıyor ve Cumhuriyetin kurumlarıyla, yasalarıyla ve işleyişiyle tamamen laik temel üzere oturtulmasını gerekli görüyordu. Bu yüzden eğitim alanında da değişikliklerin yapılmasını ve laik bir yapıya büründürülmesini istiyordu. Bu konuyla ilgili görüşlerini şöyle dile getirmiştir (Günümüz Türkçesine göre sadeleştirerek) : "Şimdiye kadar takip edilen eğitim ve öğretim yöntemlerinin milletimizin tarihi gerilemesinde en önemli bir etken olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli eğitim programından söz ederken, eski devrin hurafelerinden ve yapımızla hiç de alakası olmayan fikirlerden, Doğudan ve Batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli karakter ve tarihimizle uyumlu bir kültür kastediyorum…”

Dolayısıyla Mustafa Kemal; eğitim ve kültür alanında da laik sisteme uygun değişiklikler yapmış ve 03 Mart 1924 günü 430 sayılı kararla Tevhid-i Tedrisat Kanununu çıkartıp Medreseleri kapatarak kara devrimlerine bir yenisini eklemiştir.

Bu yasayla; Eğitim ve Öğretimde laik anlayışı ve laik sistemi oturtmak, Dini öğretileri esas alan ve Ümmet anlayışıyla şekillenen eğitim sistemi yerine Türk milliyetçiliğini esas alan ulusal (milli) eğitim sistemini yerleştirmek, Türkiye’yi İslam aleminden koparıp Avrupa alemiyle buluşturup bütünleştirmek amaçlanmıştır.

Bu yasayla; yüzyıllardır eğitim-öğretim ve ibadetin birbirinden ayrılmadığı medrese-cami ilişkisi koparılmış, camiler sadece namaz kılınan bir dergah haline sokulmuş, medreseler kapatılarak yerine, Batı tarzı okullar açılmış, dini yok sayan ve materyalist felsefesine dayanan eğitim-öğretim müfredat programları esas alınmıştır. Nitekim daha ilkokul birinci sınıfta bile tarih şeridi işlenirken, ilk insanın konuşma bilmeyen, bitki köklerinden beslenen vahşi bir yapıya sahip olduğu konusu ders programlarında yer almıştır. Bu eğitim sistemi ve programıyla yetişen bir öğrenci, haliyle ilk insanın Hz. Adem (as) yani bir peygamber olduğunu reddetmiş olacak ve dolayısıyla vahye dayalı tevhit inancını inkara dayalı materyalist bir zihniyetle yetişecektir.

Allah’a emanet olun.

M. ALİ NUR

NOT : Bu yazıda, H.Hüseyin Ceylan’ın “Cumhuriyet Dönemi Din Devlet İlişkileri” ve A.Rahman Dilipak’ın “Cumhuriyete Giden Yol” adlı eserlerinden istifade edilmiştir.

Diger Basliklar
   KARA DEVRİMLER -6- / M. ALİ NUR
   KARA DEVRİMLER -5- / M. ALİ NUR
   KARA DEVRİMLER -4- / M. ALİ NUR
   KARA DEVRİMLER -3- / M. ALİ NUR
   KARA DEVRİMLER -2- / M. ALİ NUR
   KARA DEVRİMLER -1- / M. ALİ NUR
İlan ve Mesajlar
 
 
 
Şehid Rehber
Şehidlerin Hayatı
Savunmalar
Manifesto


K. Dilinden Hizbullah


Anasayfa | Videolar | Arama | Siteyi Öner | Mobil | İletişim | Yukarı Git