Bu gün
Türkiye’de en çok konuşulan konuların başında Kürt meselesi geliyor. Öyle ki her
kesimden ehil veya ehil olmayan kimseler meseleyi konuşuyor. İslami
perspektiften bakmayanların ne söylediği bizi fazla ilgilendirmiyor.
Konuşsunlar. Müslümanların maslahatına denk düşen görüşlerinden istifade ederiz.
İslami kesimden söz söyleyen veya eli kalem tutan aydın ve yazarlara gelince
İslam dairesi içerisinde hareket etmelerini beklemek hakkımızdır.
Milliyetçilik veya ulusçuluk iki yanı sivri bıçak gibidir. Her zaman sahibinin
elini kesebilir. Dolayısıyla her bir Müslüman özellikle de söz ve kalem erbabı,
milliyetçilik, ulusçuluk illetlerinden uzak durmalıdır. İki akım da necistir ve
necasetin necasetle temizlenmesi vaki değildir.
Etnik kimlikle övünme, üstünlük taslama İslam’a göre haramdır. Rabbimizin Kitab–ı
Kerim’inde bize bildirdiğine göre yaratıldığı ham maddeyle övünüp üstünlük
taslayan ilk mahlûk Şeytan’dır. Şeytan Allah’a karşı ‘beni ateşten, âdemi
topraktan yarattın’ diyerek isyan etti. Böylelikle ilk ırkçı varlık şeytan oldu.
Maalesef Müslümanlar arasında asabiyet fikri Asr–ı saadet devrinden sonra
ısırıcı saltanat sahipleri Emeviler’de baş gösterdi. Arap Acem ayrımı bu dönemde
yapıldı. Modern anlamda milliyetçilik veya ulusçuluk 1789 Fransız İhtilali’nin
etkisiyle gelişti. Dallanıp budaklandı. Osmanlı devleti ölüm yatağında can
çekişirken darbeyle yönetimi ele geçiren İttihat ve Terakki çetesi Türk
ırkçılığı temelli politikalarıyla imparatorluğu paramparça etti.
Kürt sorunun kaynağı Türk ırkçılığını İttihat ve Terakki’den tevarüs eden
Kemalist rejimdir. Lozan’da Türkleri ve Kürtleri devletin asli kurucu unsurları
kabul eden cumhuriyet kurucuları İngilizlere verdikleri sözlerin gereği İslam’a
savaş açtılar. Kürt kimliğini ve dilini inkâr ederek Türk etnik kimliği
potasında asimile yoluna gittiler. Laik Kemalist diktatörlük Kürtlere iki kere
düşmandı.
1–Müslüman oldukları için
2–Kürt oldukları için
Kemalistler Lozan’da Türkiye’deki unsurları Müslim–gayrı Müslim, Kürtleri ve
Türkleri “Anasır-ı İslamiyye” üzerinden tanımlarken, patronlarının gözetiminde
iki sopa icat ettiler. Laiklik ve ulusçuluk sopaları. Türkleri Laiklik sopasıyla
Kürtleri de hem laiklik hem de ulusçuluk sopalarıyla dövmeye başladılar.
Kimliğini, dilini, dinini inkâr ettiler. Asimilasyon, tenkil ve tehcirle
cezalandırmaya çalıştılar. Karikatür haline gelmiş olsa da ‘Hilafet’i
kaldırdılar, medreseleri kapattılar. Böylelikle halkları birbirine bağlayan
kurumsal bağları ortadan yok ettiler.
Dinlerini ve dillerini tehlikede gören Kürtler, Şeyh Said önderliğinde kıyam
ettiler. Şeyh Said ferasetiyle gelişmeleri önceden görmüştü. O’na göre de rejim
iki kere suçluydu.
1-İslam’a düşman olduğu için
2-Irkçı olduğu için
Cumhuriyet’in adliye vekili Mahmut Esat Bozkurt: ‘bu ülkede Türk olmayanın bir
tek hakkı vardır, o da Türk’e köle ve hizmetçi olma hakkıdır’ diyordu. Şeyh Said
kıyamından sonra Kemalist rejim devreye soktuğu 1925 Şark Islahat Planıyla,
Kürtçe konuşmayı yasaklıyor, Kürtçe konuşanları ağır para cezasına
çarptırıyordu. Akabinde İstiklal mahkemelerinde idamlar başlıyor, Bediüzzaman
dâhil Kürt âlim ve ileri gelenleri Türkiye’nin batısına sürgün ediliyorlardı.
1960–1980 yılları arasında sosyalist Kürt ve Türk örgütleri teşkilatlanmaya
başladılar. TDKP, KUK, RIZGARİ, KAWA ve Özgürlük yolu gibi örgütler kendi
çaplarında bir şeyler yapmaya çalıştılar. 1978’de kurulan PKK zamanla diğer
örgütleri tasfiye ederek inisiyatifi ele geçirdi. PKK, 70 yılda Kürtleri
modernleştirip laikleştiremeyen Türkiye Cumhuriyeti’nin rolünü tersinden
üstlendi. Marksist–Stalinist fikriyatla yola çıktı. Müslüman Kürt halkı içinde
tutunamayacağını anlayınca ‘ezilen ulus milliyetçiliği’ söylemine sarıldı. Bütün
Kürtlerin hamisi ve temsilcisi rolüne soyundu. Gerçekte T. C ile birlikte
Kürtlere en fazla zarar veren yapı oldu.
Bu günü anlamak için dünü bilmek gerektiğinden tarih koridorlarında kısa bir
gezinti yaptık. Gelinen noktada ‘Kürt etnik kimliği’ neredeyse T. C tarafından
kabul edilmiş, iç ve dış kamuoyunda ‘Kürt dili’, ‘ kendi kaderini tayin hakkı’
konuşulmaya başlanmıştır.
Sorun bu aşamaya gelmişken Müslümanlar nasıl davranmalıdırlar?
Müslümanlar olaylara Allah’ın gör dediği yerden bakarlar. Ölçüleri Kur’an ve
Sünnet’tir. Allah yokmuş gibi konuşmanın haram olduğunu bilirler.
Konuştuklarında İslam’ın sınırlarını muhafaza ederler.
Peygamber Efendimiz (sav) veda hutbesinde şöyle buyuruyor:
“Ey mü’minler!
“Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız.
O emanetler, Allah’ın kitabı Kur-ân-i Kerim ve Peygamberin (a. s. m) sünnetidir.
“Mü’minler!
“Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve
böylece bütün Müslümanlar kardeştirler.
“Ey insanlar!
“Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise
topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü
olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahin da kırmızı tenli üzerinde
bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah
yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.
Hz. Ali (r. a), ‘Kur’an’la diyalog kurun. Kur’an’ı konuşturun. O iki kapak
arasında bir kitaptır, kendiliğinden konuşmaz. Geçmişin ve geleceğin sırları
ondadır. Onunla konuştukça size kapılarını açar’ diyor.
Kur’an’ın ırklara ve dillere bakışı şöyledir:
“Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle
tanışasınız diye sizi kavimler ve kabileler kıldık. Kuşkusuz Allah katında en
değerli olanınız, takvaca en üstün olanınızdır…” (Hucurat: 13)
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması,
O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten ayetler vardır.”
(Rum: 22)
Hiç kimsenin doğduğu anne ve babayı seçme imkânı olmadığı gibi, doğarken
konuştuğu dili de seçme şansı yoktur. Farklı ırklardan olmak tanışmaya (tearuf)
matuf olduğu gibi, farklı dilleri konuşmak da anlaşmak içindir. Üstünlük de
Allah’tan en çok korkmayla kayıtlıdır.
İslam ölçüyü böyle koymuşken, Müslümanlara düşen bu vasata uymak, mikro
milliyetçiliklere kapı aralayacak, İslam düşmanlarının işine yarayacak
söylemlerden uzak durmaları gerekir. Müslümanlar olarak; “Böylece sizi vasat bir
ümmet kıldık ki insanlar üzerinde şahitler olasınız ve Resul de sizin üzerinizde
şahit olsun…” (Bakara: 143) ilahi düsturunu muhafaza etmeliyiz. İslam’ın
sınırlarını çizdiği dairede kalarak Kürt meselesinde daha etkin roller
üstlenebiliriz.
Müslümanlar milliyetçilik illetinden beridirler. Hizbullah Cemaati de gerek
manifestosunda gerekse Hizbullah Cemaati Rehberi Muhterem Edip Gümüş’ün
Hizbullah basın bürosu aracılığıyla yaptığı
“MÜSLÜMAN KÜRTLERLE BİR HASBİHAL”
mesajında Kürt sorunu konusundaki
görüşlerini kamuoyuyla paylaşmış, uyacağı ve uyulması gerektiğini düşündüğü
prensiplerini deklare etmiştir. Özellikle Hizbullah Cemaati mensuplarını
bağlayan ilkeler bunlardır. Bilinmelidir ki Cemaat kendi gündemini kendisi
belirler ve sürüklenen değil sürükleyen başat amildir.
Hizbullah Cemaati elbette milliyetçi değildir. Ancak bu habis unsurdan uzak
olması Kürtlerin doğuştan gelen haklarını elde etmesi noktasında mücadele
etmeyeceği, T. C’nin işlediği cürümleri deşifre etmeyeceği, gasp edilen haklara
bigâne kaldığı anlamına gelmez. Nitekim manifestosunda sorunu detaylıca işlemiş
ve nihayetinde şöyle demiştir: ‘ (Hizbullah Cemaati) Kürd halkının İslami ve
insani haklarının güvence altına alınacağı anayasal çözüm, özerklik, federasyon
ve bağımsızlık gibi tüm seçeneklerin tartışılabileceğini düşünmektedir. Halk bu
seçeneklerden istediğini kendisi için seçmekte serbesttir. Hizbullah, bu konuda
İslami açıdan bir sakınca görmemektedir. Ancak istenilen çözüm, Müslüman Kürd
halkının inancına ve kültürüne uygun düşen ve tüm haklarına kavuşabileceği
İslami bir yönetim altında yaşayacağı bir çözümdür. ‘
Ahmed Kamil
|