Üzerine ölüm yağan üç günün intikamını alırcasına, bir çırpıda evin avlusundaydı. Annesinin sesini hiç duymamış gibiydi. Üç gündür göremediği güneşin sıcak ve muhabbet dolu yüzüyle kucaklaşmak istiyordu. Oysa bugün güneş her zamanki gibi değildi. Gülen ve tebessüm eden sıcak çehresi gitmiş, yerine üzgün ve perişan bir çehre gelmişti. Ölüm bombaları altında can veren küçük dostlarının yasını tuttuğu besbelliydi. Küçük Zehra’ya hafifçe göz atıp gülümsemeye çalıştıysa da başaramadı. Dostunun üzgün oluşu Zehra’nın gülücüklerini dudaklarında dondurmuştu. Ölüm bombalarının vahşetinden korkan anne, Zehra’nın bir an bile yanından ayrılmasını istemiyordu. Biraz uzaklaşınca şehri ölümle kuşatan bütün bombaların kızcağızın üzerine yağacağı korkusu yüreğine kadar iniyordu. Oysa Zehra’dan iki yaş küçük Hasan, annesinin yanından bir an bile ayrılmak istemiyordu. Sesleri şehri inleten, fırlattıkları bombalarla yürekleri hoplatan uçaklardan fazlasıyla korkuyordu. Meryem Hanım, kaynağı kurumaya yüz tutmuş sütünden ulaşabileceği bir damlayla boğazı ıslanır ümidiyle kucağına aldığı on aylık küçük Fatıma’yı bir kenara bırakıp Zehra’yı getirmek için doğrulunca, uçak sesleri çok yakından duyulur oldu. Daha fazla paniğe kapılan Meryem Hanım, hızlı adımlarla odanın kapısına ulaştığında ölüm bombaları evin tepesindeydi. Olanlara hiçbir anlam veremeden içerideki yavrularının üzerine atladı. Evin tabanı tamıyla çökmüştü. Anne ve yavruları, Zehra’yı bir kez daha dünya gözüyle göremeden hayata veda ettiler. Koca ev onlarca fırtına ve yağmurun önünde dağ gibi dimdik durabilmişti. Ailenin bütün sırlarını içerisinde barındıran muhkem bir kaleydi. Ailenin acılarını ve tatlılarını beraber yaşamıştı. Bütün hayatı onlarla paylaşan, onların ruhuyla bütünleşen bir iradesi vardı. Sırdaşlarını, dostlarını ve yarenlerini son nefesine kadar korumaya çalıştı. Ancak düştükleri yeri yakıp yıkan ölüm bombalarının önünde durabilmek için bütün gücünü kullandıysa da daha fazla dayanamadı. İçerisinde barındırdığı sırlarla birlikte namuslu bir korunak olarak hayata veda etti. Evi sarsıp yerle bir eden şiddetli patlamayla yüzüstü yuvarlanıp bayılan Zehra, gözünü açtığında komşularının evindeydi. Korku ve panikten dili tutulmuş, anlamsız gözlerle etrafta annesini, babasını ve kardeşlerini arıyordu. Ailesine bir parça ekmek bulmak amacıyla fırın fırın dolaşan baba, iki kuru ekmekle dönebilmişti. Evinin yakınına ulaşınca yükselen dumanlar yüreğini hoplatmıştı. Birkaç adım sonra dumanların evinden yükseldiğini anladı. Koca bir hayatı birlikte paylaştığı evi ve hayatının goncaları aile bireylerinin üzerinden ölüm dumanları yükseliyordu. Son bir ümit diyerek komşularıyla birlikte yıkık betonların altında çocuklarını aramaya koyuldu. Yerle bir olan evde eşinin ve iki küçük yavrusunun cesediyle karşılaşan baba sarsılmış, elleri ve ayakları tutmaz olmuştu. Zehra’sıyla yalnız kalan babanın barınacağı hiçbir yeri yoktu. Komşuları ve akrabaları, vahşi düşmanın gökten yağdırdığı ölüm karşısında aynı çaresizliği yaşıyorlardı. Çadır, kışın acımasız soğukları karşısında barındıracak kadar muhkem değildi. Dostlarının ısrarına rağmen hiç birinin evine gitmeyen baba, küçük Zehra’nın elinden tutup mahalledeki bir okula sığındı. Onlar gibi çaresiz çok sayıda insan, sığındığı mahalle okulunda hayatta kalma mücadelesi veriyordu. Zehra annesini ve kardeşlerini istiyordu. Ardı ardına sorduğu sorulara babanın verebileceği hiçbir cevabı yoktu. Boğazı hıçkırıklarla dolan baba, annesinin ve kardeşlerinin şehit olup cennete gittiklerini söyledi. Oysa Zehra, şehadetten ve cennetten anlamayacak kadar küçüktü. O yine de annesini ve kardeşlerini istiyordu. Ölüm uçakları ölüm yağdırmaya devam ediyordu. Bir an bile kesilmeyen sesler küçük çocuğun yaralı ruhuna tuz biber ekiyordu. Kalbi küt küt atan yavru babasının kucağından bir an olsun ayrılmak istemiyordu. Etrafa ölüm bombaları yağdırılınca yerde oluşan şiddetli sarsıntı diğer çocuklar gibi Zehra’yı daha fazla korkutuyordu. “Anne, anne!” kelimelerini tekrar edip duruyordu. Okula her gün yeni aileler sığınıyordu. Ölümden kaçan kadın ve çocukların barınak arayışlarında tutundukları en önemli yer okuldu. Fukara hayatların sığacakları özel sığınakları yoktu bu şehirde. Sığındıkları evleri ise ölüm bombalarının hedefiydi. Baba, Zehrası kucağında soğuk kış günlerinde sarıldığı bir iki battaniyeyle sabaha kadar tir tir titriyordu. Yiyecekten de haber yoktu. Bir parça ekmek bulmak için dışarı çıkmak isteyince küçük kızın ayrılmak istemeyen yürek yakıcı ağlamalarıyla karşılaşıyordu. Bir parça ekmek bulmak için bombaların yağdırıldığı, dumanların yükseldiği ve cenazelerin ardı ardına kaldırıldığı şehrin fırınlarını Zehrasıyla dolaşıyordu. Zehracık yiyecekten de kesilmişti. Annesi ve kardeşlerinden başka bir şey istemiyordu. Henüz on aylık olan küçük Fatıma’yı çok özlemişti. Yapacak hiçbir şeyi olmayan yüreği yanık baba, içinde kabaran hüznünü Zehracığa hissettirmemeye çalışıyordu. Zehra annesizliğe alışamıyordu. Küçücüktü, henüz beşine yeni basmıştı. Bir an için ayrıldığı ve bir daha göremediği annesini istiyordu. Küçücük yavrulara acımadan öldüren canavarların ocağını yıkıp kanatlarını kırdığını düşünen baba, hayatını karartan iblislerden intikamını nasıl alacağını kara kara düşünüyordu. Yıkılan ocağı, öldürülen eşi ve yavrularından sonra yaşamanın hiçbir anlamı yoktu. Üzerini bombalarla doldurup düşman sürülerine dalıp intikamını almalı, ya da direnen yiğitlerin saflarına katılıp Filistin’in özgürlüğünü savunmalıydı. Direnişe katılmak baskın geliyordu. Bunun için kesin kararını vermişti. Ancak, babasına sıkı sıkıya sarılan ve bir an bile ayrılmak istemeyen Zehra’sını kime teslim edeceğini bilmiyordu. Zehra için saatler yıllar kadar uzundu. Annesiz geçen dakikaların hiçbir anlamı kalmamıştı. Yüzüne gülücükler patlatan Hasan ve Fatıma’nın olmadığı bir dünyada hayat hiçbir şey ifade etmiyordu. Babasının ısrarlarına rağmen tek yiyecekleri olan kuru ekmekten sadece bir iki lokma yiyebiliyordu. Annesiz bir hayatın koca bir haftası yıllar gibi gelmişti. Küçücük hayatının en zorlu günlerini yaşıyordu. Yürekleri hoplatan uçak seslerini ve bombaları gün geçtikçe önemsememeye başlamıştı. Elinde olmadan kapıldığı korkuyu yenebilse hiçbir şey umurunda bile olmayacaktı. Ancak, iradesinin dışında gelişen korku bütün vücudunu sarıyor, bedeninin tir tir titremesine sebep oluyordu. Ölüm kusan uçakların sesleri yine çok yakından geliyordu. Okulun tepesinden kulak zarlarını yırtarcasına yaklaşan seslerle Zehra, babasına sıkıca sarıldı. Bu sefer ölüm bombaları okulun üstüne yağıyordu. Okulun bir tarafı çökmüş, betonların altında çok sayıda insan kalmıştı. Korku ve paniğe kapılan insanlar bağırarak sağa sola koşuşuyordu. Babasına sıkı sıkıya sarılmış Zehra, korkudan tir tir titriyordu. Aradan birkaç dakika geçmeden ölüm kusan düşman çeteleri okulun içine dalıp rast gele etrafı taramaya başladılar. Küçük büyük demeden ölüm bombalarından kurtulan herkesi öldürüyorlardı. Canlarını kurtarmak için sağa sola koşuşturan insanların gidecek yerleri yoktu. Bir kenarda vahşilerin kurşunlarına hedef olup yerlere yığılıyorlardı. Zehra’sına sıkıca sarılan baba, duvara yaslanarak oturmuş, dudaklarından “Allahuekber” kelimesi boşalıyordu. Çeteler silahlarını doğrultunca Zehrasına daha sıkı sarılıp tekbiri daha gür sesle tekrarlamaya başladı. Kafasına isabet eden ilk kurşunlar dağ gibi duran babanın direncini kırıp yıkılmasına sebep oldu. Küçücük bedenini sıkı sıkıya kuşatan bananın ellerinin çözülmesi üzerine korumasız kaldığını anlayan Zehra, babasının kendisini daha sıkı sarmasını istemek için kafasını kaldırınca katil sürüleriyle gözgöze geldi. Zarif huri gözleriyle katillere soğuk ve nefret edici bir bakış yöneltince kafasına yediği kurşunla babasının üzerine yıkıldı. Annesiz, babasız, kardeşsiz, sevgisiz, zulüm ve sefalet dolu dünyadan, birkaç yıllık hayatından hiçbir şey anlamadan arş-ı alaya yükselen ruhuyla veda etti. ABDULLAH ŞAFAK |